top of page

Zengin mutfağında tokluk sıtması 

Ekonomi tıkırında, siyaset fena tekliyor.

Yurdakul Er 

Avrupa Birliği’nde (AB) krizin biri bitmeden diğeri patlak veriyor. Üstelik sadece AB’nin yoksullarında değil, zenginlerinde, hatta en zengin ülkesinde bile ağır bir siyasal kriz hüküm sürüyor: Alman siyasetinde bütün alışılmış güvencelerin dağıldığı, parlamenter sistemin ve partilerin inanılmaz ölçülerde değiştiği gözleniyor. Hıristiyan demokrat (CDU ile CSU) ve sosyal demokrat (SPD) kitle partileri hızla eriyor. 

Avrupa’nın sosyal demokratlar bu çöküş yarışında çok daha ileride; birkaç on yıl önce iktidar ortağı olan birçok sosyal demokrat kitle partisinin adeta sandıklara gömüldüğü gözleniyor. Hollanda, Fransa, Avusturya , Yunanistan ve İskandinav ülkelerindeki sosyal demokratların hali iyi bir örnek. Doğu Avrupa da öyle. Sosyal demokrasinin sistem içindeki eski anlamı kazınmış durumda. Avrupa’da yabancı düşmanı ve resmen aşırı sağcı popülist partiler mülteci akınını bahane edip “yerli” emekçilerin haklarını korudukları iddiasıyla yüzlerine sosyal adalet maskesi geçiriyor ve böylece yükselişlerini sürdürüyorlar. Örneğin AB’nin en zengin mutfağında faşizan karakteri çok belirgin bir parti, “Almanya için Alternatif” (AfD), resmen ana muhalefet partisi unvanını kazanıveriyor. 

Ne oluyor? Lenin’in emperyalizm çözümlemesindeki temel tez, “eşitsiz gelişme yasası”, bir kez daha mı kendini kanıtlıyor? Öyle gibi. Çünkü olan bitene normal koşullarda bir anlam vermek zor. 

Normal koşullar? Belki şöyle ifade etmek daha doğru: Dünya ticaretinde büyük payı olan, uzun süre dünya ihracat şampiyonu unvanını taşıyan, bunu da çok değil sadece şu son birkaç yıldır Çin’le paylaşmaya başlayan, üstüne üstlük dış ticarette olduğu gibi içerideki devlet bütçesinde de fazla veren bir ülke, yani musluklarından para ve “refah” fışkıran, ama bunun emekçilere pek bir hayrı olmayan şu zengin mutfağı, neden huzura eremez de sürekli krize girer? Ekonomik refahın, emek ile sermaye arasındaki çekişmeden doğan tüm siyasal krizleri er ya da geç önleyeceği tezinin, varsa eğer öyle bir tez, çoktandır pratikte geçersizleştiğine tanık oluyoruz. AB’nin patronu konumunu sağlamlaştıran Almanya’da, yönetenler bir türlü ortalığı toparlayamıyor. 

Neden mi? 

Çünkü ekonomi siyasete bire bir tercüme edilemiyor ve tersi, siyaset de ekonomiye aynen çevrilemiyor. Arada büyük sapmalar, hatta aklı zorlayan terslikte çarpıklıklar yaşanıyor. Almanya, tam bir örnek: Ekonomi büyüyor, üstelik tüm Avrupa aleyhine büyüyor, iş dünyası ve oligarklar bilançolarından memnun, ancak içeride şaşkınlık veren derinlikte bir siyasal kriz var. Bundan kurtulmak mümkün olamıyor. 

Almanya’nın, daha doğru bir ifadeyle “Alman büyük sermayesinin” durumunun “çok iyiden de öte” olduğunu federal hükümete hizmet için 1963’te özel yasayla kurulmuş Uzmanlar Kurulu (Sachverständigenrat) son açıklamalarında ve raporlarında saklamıyor. Ülkenin en tanınmış ekonomistlerinden oluşan kurul, 2017’de zaten devasa boyutlardaki Alman ekonomisinde yüzde 2’lik bir Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GYSİH) büyümesi gerçekleşeceğini bildirmişti. Ifo Ensititüsü ise bu GSYİH’nın 2017’de muhtemelen yüzde 2,3 oranında büyüyeceğini eklemişti. Bunlar hiç öyle küçük rakamlar değil... 

Kaldı ki, Alman ekonomisinin “aşırı ısındığını” ileri süren uzman sayısı her geçen gün artıyor. Bir başka ifadeyle, “ekonomi tıkırında”, ama siyasette işler beklendiği gibi yürümüyor. Zenginler siyaseten tökezliyor. Aslında da reel sosyalizmin de başına gelen bir sıkıntıyla karşı karşıyalar: Avrupa’daki sosyalist cumhuriyetler ve Sovyetler Birliği’nin ekonomik gerekçelerle veya tıkanmalarla “batmadığı” son yıllarda komünistler kadar antikomünistlerin de üzerinde görüş birliği sağladığı bir saptama. Bumerang geri dönüyor. 

Ne olursa olsun, Almanya’da seçimlerin üzerinden 5 ay geçti, ortada hâlâ bir hükümet yok. Daha “acısı” da şu: Şubat ayının ortasından beri Martin Schulz’un apar topar başkanlığından çekildiği SPD’deki büyük “personel kaosundan” sonra Hıristiyan demokrat cephede de Angela Merkel’in katılmadığı bir erken seçim hesabı gündeme girmiş bulunuyor. Her durumda, alışılmış kitle partileri dönemi kapanıyor ve sürekli hükümet yenilenen bir “İtalyan tipi siyaset” sahnesi bu en zengin AB ülkesini etkisi altına alıyor. 

Asıl sorulması gereken soru şu: 2007-2008 dönemecinden beri bir türlü önüne geçilemeyen ve özellikle AB’nin çeperinde derinleşen krizin en büyük ve en zengin metropolde bile böyle başgöstermesi halinde, AB nereye gider? Almanya projesi ne olur ve AB projesi nerede bitiverir? Bu soruların yanıtı yok. Ancak bu sorular uzunca bir süredir soruluyor. Yanıtsız kalmasına rağmen soruluyor... 

Almanya-Avusturya hattındaki siyasi kriz, Yunanistan veya Bulgaristan gibi yoksulluğa alışmış ve demokrasi kremiyle veya kremasıyla uyuşturulan ülkelerden farklı görüntüler verebilir. Zengin mutfağında kalıcı kriz, tüm sistemi sarsacak bir şiddet biriktirebilir. Buradaki toplumsal patlamaların denetlenebilir olması yoksul çeperdekilerden çok daha güçtür. Kültür endüstrisinin merkezi karargâhlarının metropollerde yerleşik olması ve buradan da “sol liberal acentaları üzerinden” yoksul ayakçılara sızdırılması, bir tesadüf sayılamaz. Ama ya karargâhta büyük bir yangın çıkar da patlamalar birbirini izlerse? 

Berlin’de yeni ve çok kirli hesaplar var: Bir türlü sonu gelmeyen kriz Almanya’nın iki büyük kitle partisini her geçen gün biraz daha vuruyor ve eritiyor. Özellikle de SPD’nin durdurulamayan düşüşü, kamuoyu araştırmalarında şubat ortasında geldiği düzeye bakarak başka hesaplara nasıl zemin hazırladığını gösteriyor. Kamuoyu araştırmalarına göre, SPD şubat ortasında bir seçim yapılsa yüzde 16.5 civarında bir oy alabilecek. Bu, SPD tarihindeki en düşük oy oranı ve birkaç hafta içinde yüzde 15’in ve AfD’nin gerisine düşebileceği anlaşılıyor. 

Gerçi Angela Merkel güdümündeki CDU/CSU da çok önemli yüzde 30’luk sınırın altına düşmeyi “başardı”. Yani şubat ortasında bir seçim yapılsaydı CDU/CSU en fazla yüzde 29.5 oranında bir oy yakalayabilecekti. Ama yine de en büyük parti. Asıl trajik olan, büyük koalisyonu oluşturan iki partinin, Hıristiyan demokratlar (CDU ve CSU) ile sosyal demokratların (SPD) toplam oy oranının yüzde 50’nin çok altına düşmüş olması. “Büyük koalisyon” falan yok artık. Büyük sermaye Viyana’ya ve iki sağ partinin koalisyonuna (ÖVP-FPÖ) bakarak başka hesaplar yapıyor olmalı: Otoriter ve yer yer açık faşist rejimler kurgusuna dikkat çekenler çoğaldı. Komünist meydan okumanın yokluğunda, Alman büyük sermayesi her şeyi denemeye hakkı olduğunu düşünüyor. 

AB çoktandır bir “kriz havuzu”. Doğu Avrupa’da Berlin güdümündeki Brüksel’e tepkiler ortada. AB’de, zenginlerin utangaç şovenizmleriyle neofaşist çıkışlar arasındaki alanda gelişen tepkiler art arda iktidar oluyor. Sosyalizmden arta kalan coğrafyada faşizan bir Doğu Avrupa adım adım ve göz göre göre kurumlaşıyor. Batı Avrupa için de, bununla uyumlu aşırı sağ hükümet modelleri kurgulanıyor. Doğu Avrupa’daki Berlin karşıtları Washington’un huzursuzluğuna paralel bir biçimde her geçen gün yeni mevziler kazanıyor. Sadece Macaristan (Viktor Orban), Polonya (PiS) veya Viyana (ÖVP-FPÖ koalisyonu), Çek Cumhuriyeti (Milos Zeman) gibi ülkelerde değil, metropollerin en büyüğünde de durum sıkışıyor. 

Normaldir. Komünist meydan okuma yoksa, yeni tür faşizmlerin AB demokrasisine yapıştırılacağı kesin. Sosyal demokrat ihanetin siyaset sahnesinden kazınması sosyalistler açısından üzülünecek bir şey değil. Fransa ve Almanya’da komünizme angaje olmayan yeni sol çıkışlar denenebilir. İki ülkedeki Sol Parti’lerde sosyal demokrasiyle araya mesafe koyşma iddiaları dikkat çekiyor. Ama bunların, sosyalizmi açıkça tanımlayarak kendi aşkın “hedef koridorunu” ilan etmesi de beklenemez. Sosyalist bir devrim ve toplum talebinin gerçek sahiplerinin ağırlığını artırması gerekiyor. O da, şu anda olmayan bir şey. 

Sosyalist toplum, devrimci sosyalistlerin, komünistlerin görev alanına giriyor. AB’nin hegemon ülkesinde bile komünist taleplerin yokluğu hissediliyorsa eğer, yeni bazı adımların atılması da kaçınılmazdır. Sürprizlere açık olunmalı. Tokluk sıtmasından bir şey çıkmaz, tamam, ama bu haksızlıklar cehenneminin içinden er ya da geç onu aşan bir sosyalist tepki çıkmaması da zor. Berlin’in çıkışsızlığı, şimdilik böyle bir gizli sinyal de içeriyor. 

bottom of page