top of page

Bir roman ve edebiyat politolojisi (1)    

Osman Çutsay

Yeniden yayımlanan bir kitap, artık hatırlanması bile acı veren -çünkü galiba kimse için herhangi bir anlam ifade etmeyen- 1970’leri ve onun solunu damgalayan bir zihniyeti, bunların da edebiyatla ilişkisini yeniden düşünmeye zorluyor bizleri. Bir Rus romanı bu; Türkçede böyle bir yapıtın yeniden okur önüne çıkarılması sevindirici, çünkü Ekim Devrimi ve “yeni insan” meselelerini gerçekten didikleyen, Türkiye solunu, hiç değilse bazı kadrolar açısından etkilemiş bir kitaptı: “Çimento”, bir süredir yine raflarda; Yordam Kitap listesinden. Büyük Ekim Devrimi’nin 100’üncü yılında çıkması, iyi bir karardı. 

Peki, Çimento neden önemliydi Türkçede? 

Çünkü 40 yıl önce Türkiye ve Türkçe önemliydi, cumhuriyete bir anomali gözüyle bakılmıyor, emperyalizme bağımlılıktan sosyalist bir çıkış aranıyordu ve üstelik ayaklar da baş olmaya başlamıştı. Kuzeydeki devrimin, Anadolu’daki aydınlanmacı isyanı (“Kutsal İsyan”), sadece varlığıyla bile desteklediği iyi biliniyordu. Liberal virüs, etkili antisovyetizmini tam zerk edememiş, solu henüz tam etkisi altına alamamıştı. Toplumsal altüst oluş içindeki insanı ve onun şaşırtıcı dönüşüm dinamiklerini işleyen bu roman, Türkiye benzer bir kadere yönelirken, “Fabrika” adıyla tiyatroda ve kitapçılardaydı. Sermayenin tüm sigortalarını yakan bir korkuya doğmuştu ve Anadolu 1980 öncesinde bir devrimci iktidara sahne olsaydı, dünya tarihinin ekseni değişebilecekti. 1989’daki büyük kapitalist restorasyon mümkün olmayacaktı. Bunu bugün bakınca görebiliyoruz. O dönemde ve hemen ertesinde, Ecevit’in arkasına takılıp sosyalist iktidar dışındaki her arayışı kutsayarak liberalizmin tuzağına düşen solun böyle bir romanı anlamlandırması mümkün olabilir miydi? 

Tarih tekerrür etmiyor, doğru, zaman dediğimiz sıkıştırılmış tarih, insanları her adımda yeniden ve yeniden damgalıyor. Dolayısıyla bizler anne ve babalarımızdan çok yaşadığımız zamana benziyoruz. Mekânı da içeren zamana. Normal koşullarda, zaman, bizim ona müdahalemizden daha fazla bize müdahale etmektedir. Ama devrimci için bu, yanlış bir ilişki biçimidir. O nedenle de bu yanlış ilişkiye isyan etmek devrimcinin ilk görevidir. Yaşadığımız zamana müdahale etmek, onu aklımıza koyduğumuz doğrultuda yönlendirebilmek: Devrimcinin doğru ilişki tanımı herhalde böyledir. Baş aşağı duran sehpayı ayakları üzerine oturtmak... Çimento’dan söz ediyoruz. 

1980 yılında da böyleydi. Hiç hazır olmamasına rağmen toplumsal krizin neredeyse sırtından iktidara ittiği Türkiye solu, daha doğrusu Türkiye devrimcileri, bir demokrasi masalı/ mavalı adına iktidardan kaçıyordu. Sosyalizm diyebilen çizgiler birbiriyle bağ kurmamayı siyaset sanıyor, özellikle devrimci demokrasinin, sosyalist bir iktidar arayanlardan uzaklaşarak kitleselliği araması, burjuvaziye ve dünya egemenlerine yerde ararken gökte bulduğu bir olanak bahşediyordu. 1978 sonrasında Afganistan’daki sosyalist yönelişli devrim arayışı, aynı sırada İran’da sola da göz kırpan kaotik ortam, Türkiye’deki bir sosyalist iktidar denemesiyle dünya tarihinin yönü değişebilirdi. O günlerde Türkiye’de demokrasi sevdasıyla devrimci bir iktidardan kaçanları korkunç bedeller bekliyordu. Ödediler. Kabul. Ama Türkiye değil sadece, dünya da devrim kelebeğini yitirdi. Nitekim 1989’da o kelebeğin bir daha on yıllarca sahneye çıkamayacağı anlaşıldı ve bu, dünya ölçeğinde bir karşıdevrimle taçlanabildi. 1989 kapitalist restorasyonu, devrimden kaçan Türkiye sayesinde gerçekleşebildi. Şimdi sırada Türkiye’nin adres iptali var. Oradayız. 

Ama o dönemde, 1970’lerin sonunda yani, Türkiye’nin sokaklarındaki kavgacılar, devrimciler, “Hayat bizden sorulur!” diyebiliyordu. Fyodor Gladkov’un, bizde devrimci kalabilmiş “57’lilerin” hiç unutamayacağı bu romanı, tüm dünyanın kaderini değiştirebilecek bir dönüşümün kıyısındaki Türkiye’de elden ele dolaşmıştı. Şok etkisi yaptı, tesiri çabuk geçti. Romanın acı yüklü, şaşkın, yer yer acımasız, fakat iyi yürekli kahramanı Gleb, hâlâ yaşamaktadır. Belki Daşa, o kırgın devrimci kadın da yaşıyordur. Ama Türk pazarındaki yaşlı karikatürlerine bakınca, “Ölmüşse daha iyi” demekten insan kendini alamıyor. Bu, doğrusu o kadar da önemli değil. 

Önemli olan, şu: Devrimin ve devrimcinin gelgitleri, kadının özgürleşmesi, kahraman insanların içinde yatan bayağılıklar ve hainlerin içinden birden fırlayıveren insanlıklar, 70’lerde hukuki gerekçelerle “Fabrika” adı altında Türkiye solcularının gündemine giren ve hemen de çıkan bu romanda genç kuşağa damgasını vurabilmişti. Trajik olan, bir iktidar iradesine değil, iktidardan kaçış bahanesine yardım etmesiydi. 

Sanıldığından çok daha sert bir insan tipi vardı romanda ve bu insanlar hiç umulmadık yer ve zamanlarda paramparça olabilen bir kimliğe sahipti. Hayat gibi belirsiz. Sert, ama kırılgan da. Hayat her zaman sandığımızdan daha fazla bir şeydir, eğer onu ellerimizin arasından kaçırmak istemiyorsak, akışını da ciddiye almak zorundayız: O akışı tersyüz edebilmek ve kendi öngörülerimizle uyumlu hale getirmek için. Roman bunu anlatıyordu aslında. 

Bugün de onu anlatıyor. 

Peki, artık korkunç bir yıkım sürecinde ve felaketin adeta içinde yürürken, bu romanın kahramanlarını bugüne taşıyamaz mıyız? Taşırız. Galiba şöyle taşırız: Romanın o çok kırgın ama yolundan da şaşmayan kahramanı Gleb’den devrimci inadını, saflığını ve iş üretme ısrarını, dolayısıyla da hırçınlıklarını çekin alın, elinizde Gorbaçov düşükleriyle dolu bir mezbelelik kalacaktır: Murat Belge, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Murat Yetkin, Fatih Çekirge, Sedat Ergin, Mehmet Tezkan, Ruşen Çakır, Akif Kurtuluş, Gürsel Korat... Hatta İslamcı Ankara’nın barbarca saldırısına maruz kaldılar diye pek yüklenemediğimiz Can Dündar- Enis Berberoğlu çizgisi... Cumhuriyet gazetesini ele geçirmiş, ama şu aralar cezaevlerinde bir ara demokratlık bile vehmedebildikleri “muktedirin gazabıyla” cebelleşen Gorbi düşükleri, yani Akın Atalay ve kafadarları... Uzatın uzatabildiğiniz kadar. İyi. 

İyi ve Çimento’nun Gleb’den çok daha acılı, fakat kadınlığını inkâr edemeyen devrimcisi Daşa’dan da devrimi çekip alın, geriye bugün piyasada her sektöre yayılmış, bir biçimde köşe tutmuş ve artık her şeyden emekli olmanın enerjisiyle ölümü soluyan, sonuçta ömrü ihanetle geçmiş fırıldak bir kadınlar ordusu kalır. Türkiye’den söz ediyoruz. Büyük bir listedir bu. Örnek mi? İsteyen, artık tümüyle bitmiş bulunan Adalet Ağaoğlu ile başlayabilir. Onu Necmiye Alpay, Aygegül Devecioğlu, Nurdan Gürbilek, Nuray Mert vs. isimlerle sürdürmek mümkündür. Bu her biri kendince “feminist” ve “özgür” ihanet listesinin sonunu bulamazsınız, çünkü çok uzundur. Bu listenin ezici çoğunluğunu, ömürlerinin en saf ama pek kısa süren bir döneminde bir yanlarıyla Daşa’nın damgaladığını ise geçerken itiraf etmek hakkaniyet gereğidir. Gerçekten de 1980’le Türkiye’ye giydirilen gericilik asıl etkisini kadınlar üzerinde gösterdi; her biri biraz Sezen Aksu oldular. 

Çürüyen Türkiye, “Sezen Aksu Türkiyesi” idi. 

Sadece sıradan devleri değil, “küçük kavgaların büyük kavgacılarını ve büyük kavgaların küçük/küçülen/küçülten kavgacılarını” da işleyen Çimento romanında bir de parti yöneticisi var. Badyin’i, hani kişiliği romanda bile sorunlu o adamı, romandaki devrimci koşullardan soyup alın, geriye bugünlerin on binlerce Nabi Yağcı’sı, Ufuk Uras’ı vs. kalır. Hani şu “Adalet“ yürüyüşlerinde konu mankeni olan, CHP ve HDP sandıklarında Türk-Kürt Syrizalarını bulmayı başaran, kapitalizmin dışında bir çerçeve düşünemeyen demokrasi havarileri... 

Demek ki, bu roman, Çimento, eğer zorlarsak bizim hikâyemizi de anlatabilir. Ama onu bir edebiyat politolojisi içinde yeniden anlamlandırabilirsek gerçekleşir bu. Edebiyatın, toplumdaki hangi siyasi pratikleri tetiklediğini ve onlardan nasıl etkilendiğini öne çıkaran, ilk bakışta görülmesi zor bu mekanizmaları işlemeye çalışan bir eleştirel anlayıştan, bunun edebiyat dışı kalmak anlamına gelmediğini bilenlerden söz ediyoruz. Edebiyat politolojisinin sınırları içindeyiz. 

O sınırlara değineceğiz. 

bottom of page