top of page

Bir kentin anti-komünist

tarih yazımı (1)

Boran Behiç

“Bir zamanlar biri tarihin kazananlar tarafından yazıldığını söylemişti. İsmi unutulduğuna göre muhtemelen tüm zamanların en büyük muzafferi değildi. ” 

 

Churchill her ne kadar temsil ettiği sınıfın geçici zaferini göremeden, henüz Potsdam Konferansı sırasında iktidardan inmiş olsa da, onun halefleri ve haleflerinin müttefikleri bugün bu doğrultuda tarihi işlerine geldiği gibi yazmaya devam ediyorlar. Şüphesiz tarihi yazmak yaşanan bir olayı belgelemekten başka bir sürü işlev taşıyor. Toplumsal bellek insanlığın genel anlamıyla ilerleyişinde hayati bir yer tutuyor. Toplumsal belleği bu bağlamda ele alırsak, geçmişte yaşanan deneyimlerin gelecekteki izdüşümünün toplumların gelişiminde belirleyici bir rolü var. Bu nedenle toplumsal belleği oluşturan bilgiyi manipüle etmek, toplumları kontrol altında tutmak ve düzen dışına sapmaları engellemek amacıyla egemen sınıf tarafından bu alana müdahale sıkça başvurulan bir yöntem. 

Bugün gelinen noktada Stalin ile Hitler, Komünizm ile Faşizm aynı kefeye konabiliyorsa, İkinci Dünya Savaşı’nın sorumlusu olarak Sovyetler Birliği gösterilebiliyorsa, emperyalizm özgürlükçü ve demokrat, sosyalizm baskıcı ve totaliter olarak yaftalanabiliyorsa, burada kapitalizmin istikrarlı yalancılığı kadar, biz komünistlerin de payı var. Olan biteni tekrar tekrar anlatmayı bıraktıkça, bizden başka anlatacak kimse olmadığı için tarihi yazma işi “kazananlara” kalıyor. 

Bu yazı dizisinde tarihin kazananlar tarafından değil, büyük insanlık tarafından yazıldığını yeniden hatırlatmak için tarihsel olaylara değinilecek. Bugün özgürlükçü ve demokrat olarak pazarlanan kapitalist düzenin kent mekanı üzerinden toplumsal belleğe saldırısını konu edineceğiz. Bunun için Soğuk Savaş’ın merkezi haline gelmiş olan Berlin kentini ele alacağız. Ancak hemen öncesinde bugün Almanya’da yaşayan ve savaşı görmemiş olan insanların çoğunun yanlış bildiği birkaç tarihsel gerçekliğe değinmek gerekiyor.

İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi bitiren emperyalist blok değil, Sovyet halkıydı! 

İnsanlığın yaşadığı iki büyük savaş, emperyalist hiyerarşide değişim talep eden kapitalistlerin kendi ülkelerinin işçi sınıfını, diğer ülkelerin işçi sınıflarına karşı mani-püle ederek savaştırmasıyla gerçekleşti. Birincisinde savaşan işçi sınıfının bir tarafı bu oyunu bozmuş ve kendi iktidarlarını kurmuştu. İkincisi ise bu işçi sınıfı iktidarını ortadan kaldırma niyetiyle oluşmasına, güçlenmesine ve hatta silahlanmasına emperyalistler tarafından göz yumulmuş, destek olunmuş bir faşist iktidarın insanlığa karşı büyük suçlar işlemesiyle ve büyük insanlığın yine sınıfdaşları tarafından faşizmin elinden kurtarılmasıyla son buldu. 

İkinci Dünya Savaşı’nda büyük darbe almış olan Sovyetler Birliği “Büyük Yurtsever Savaş” ile Nazileri topraklarından sürmek için çaba harcarken, İngiltere, ABD ve Fransa ikinci cephenin açılması için Sovyet Birlikleri’nin faşizmin sonunu getirmek üzere Berlin’e yönelişini beklemeyi tercih etmişlerdi. Faşizmin, dünyanın ilk işçi sınıfı devletini ortadan kaldırmak niyetiyle Moskova’ya kadar ilerlemesi emperyalist batı bloku tarafından memnuniyetle karşılanan bir durumdu. İngiltere 1939-1944 yılları arasında Nazi Almanyasıyla sadece denizde ve havada savaşmış, karaya askeri çıkarma yapmamıştı; ABD ise savaşa ancak 1941 yılında dahil olmuştu. 6 Haziran 1944’te Normandiya Çıkarması başladığında ise, Kızıl Ordu karada 4 yıldır 20 milyondan fazla insanını kaybetme pahasına Nazilere karşı insanlığın tüm birikimini koruma görevini üstlenmiş, bu hedefle batıya yönelmiş, ele geçirdiği her kenti özgürleştirip, işçi sınıfına iade etmişti. 

Batı cephesi açıldıktan sonra bile emperyalistler bir yandan Kızıl Ordu’nun batıya ilerleyişini durdurmak için hızla doğuya doğru yol almaya çalışırken, diğer yanda gizlice Nazilerle görüşüyordu. Müttefiklerin doğuya doğru ilerleyişi karşısında bir direniş göstermemeleri ve birliklerini Kızıl Ordu’yla savaşmak üzere doğu cephesine yönlendirmeleri şartıyla, savaş sonrasında Nazilere bir takım imtiyazlar tanımayı taahhüt edecek kadar da ikiyüzlü bir poli-tika izliyorlardı. Bu konudaki en doğrudan bilgi için Stalin’in 3 Nisan 1945 yılında dönemin ABD Başkanı Roosevelt’e yazdığı mektuptan bir alıntıyla devam edelim: 

“…Almanlar tarafından hiçbir direnişle karşılaşmadan Anglo-Amerikan Birlikleri’nin Almanya’nın kalbine kadar ilerlemesini mümkün kılacağından, Bern’de ya da başka bir yerde yapılacak olan bu tür bir gizli pazarlığın Anglo-Amerikan Birlikleri’ne belirli avantajlar sağlayacağını anlıyorum, ancak, bu tür bir görüşmeyi neden müttefikiniz olan Ruslardan gizlediniz ve bizi bilgilendirmediniz? 

Bunun bir sonucu olarak, şu anda Almanlar Batı Cephesi’nde İngiltere ve Birleşik Devletler’e karşı direnişi durdurmuşken aynı zamanda İngiltere ve Birleşik Devletler’in müttefiki olan Rusya ile savaşmaya devam etmekte. Takdir edersiniz ki, böyle bir durum ülkelerimiz arasındaki güven ilişkilerinin güçlenmesine hiçbir şekilde yardımcı olmamaktadır…” 

Emperyalistler açısından Almanya’ya askeri çıkarma yapmanın nedeni faşizmin altında kırılan halkları özgürleştirmek değil, Churchill’in ifadesiyle, Kızıl Ordu’nun Berlin’i alması halinde işçi sınıfının Avru-pa’daki ilerleyişini durdurmalarının mümkün olamayacağı, bu yüzden bir an önce Berlin’e girilmesinin gerekliliğiydi. 

Almanya’nın bölünmesinin nedeni emperyalizmin işçi sınıfı iktidarına duyduğu tarihsel nefrettir.​
 

Sovyetler Birliği en başından beri savaş sonrasında birleşik bir Almanya’yı savunmuştu. Savaş sonrası toplanan Potsdam Konferansı’nda da aynı ilkelerle Almanya’nın Nazilerden arındırılması, faşist iktidarın arkasındaki asıl güç olan tekellerin ortadan kaldırılması, Almanya’nın silahsızlandırıl-ması ve ardından özyönetimin Almanya halkına devredilmesi yönünde tavır koymuş, İngiltere ve ABD’deki toplumsal baskının da yardımıyla bu yaklaşım Konferans’ın sonuç bildirgesine de yansımıştı. Dört işgal gücünün ortak kararları doğrultusunda Sovyet Ordusu kontrolündeki bölgelerde iktidar organı olarak tanınan demokratik özyönetimler kurulmaya, halkın bu yönetimlerin oluşturulması hedefiyle örgütlenerek kendi temsilcilerini seçmesi için gerekli düzenlemeler hızla hayata geçirilmeye başlamıştı. Savaştan sonra yapılan ve tüm Alman halkını temsil eden ilk toplantı da yine Sovyet Ordusu’nun kontrolü altındaki bölgelerde kurulmuş olan Halk Konseyleri’nin talepleri ve çağrısıyla toplanabilmişti. Yapılan üç kongreye İngiltere, ABD ve Fransa işgal yönetimlerinin tüm yasaklamalarına rağmen toplam 1650’den fazla delege katılmıştı. Üç kongrenin sonucunda birleşik ve demokratik bir Almanya için bir anayasa taslağı hazırlanmıştı. 

İşçi sınıfının özgürleştirdiği bölgelerde bunlar olurken, İngiltere, ABD ve Fransa’nın kontrolündeki işgal bölgelerinde emperyalistler Alman halkını ilgilendiren tüm siyasi faaliyetleri öncelikle yasaklamıştı. Sovyetler’in kontrolündeki bölgelerde Halk Kongreleri’nin gerçekleşmesinden tam iki yıl sonra Batı Almanya’nın kuruluşu için yalnızca üç delegenin işçi olduğu, aceleyle seçilmiş delegelerle 65 kişilik bir konsey topladı. Alman halkına tartışma ya da oylama fırsatı vermeden Batı Almanya’nın Anayasası onaylandı ve Potsdam Anlaşması hiçe sayılarak 23 Mayıs 1949’da ayrı bir devlet ilan edildi. Tüm girişimlerine rağmen birleşik bir Almanya’nın en azından bir süre mümkün olamayacağını gören doğudaki özyönetimler ise 7 Ekim 1949’da Almanya Demokratik Cumhuriyeti’ni ilan etmek zorunda kaldı. 

Sovyetler Birliği, sürecin başından itibaren Potsdam Anlaşması’na sadık kalmış, Nazileri hızla tasfiye etmiş, tekelleri kamulaştırmış, sendikaların çalışmasını serbest bırakmış, kamulaştırdığı toprakları halka dağıtmış, halkın örgütlenerek yönetimi devralması için gerekli tüm teşvik ve altyapıyı sağlamıştı. Batıdaki işgal bölgelerinde ise Nazilerin tasfiyesi, Sovyetlerin güçlendirmekte olduğu işçi sınıfı örgütlenmesine karşı etkili bir araç olacağı düşüncesiyle önce ağırdan alınmış, kısa süre sonra bu tasfiye sürecine tamamen son verilmişti. 

Eğer faşizmden kurtarılmış Alman halkı için hangi tarafın demokrasi ve özgürlük sağlamak niyetinde olduğunu belirleye-ceksek, burada dönemin ABD Başkanı Truman’ın şu sözlerini hatırlamakta yarar var: 

“Almanya, özgürleştirilmek için değil, yenilgiye uğramış bir ülke olduğu için işgal edilecektir.” 

İngiltere, ABD ve Fransa’daki kamuoyunun birleşik ve demokratik bir Almanya’nın inşasına dönük tüm kamuoyu baskısına rağmen birleşmeye karşı ortaya konan direncin altında yatan temel nedeni, doğuda işçi sınıfı lehine gerçekleşen yapısal dönüşümlerin olası bir birleşmede geri döndürülemez biçimde tüm Almanya’ya yayılması anlamına geleceği, bunun da uzun vadede tüm Avrupa’da kapitalist sistemi tehlikeye düşüreceği gerçeğiydi. Başka bir ifadeyle, bugün Berlin sokaklarında sıkça karşınıza çıkan bilgi panolarında yazıldığının aksine, Almanya’nın iki parçaya bölünmesini istemekle kalmayıp birleşmesini engellemek için elinden geleni yapan taraf ABD, İngiltere ve Fransa blokuydu. 

Sosyalizmi karalamaya bugün de devam ediyorlar

Bugün Berlin meydanlarını gezerken yine sıkça karşılaşacağınız “Friedliche Revolution” (barışçıl devrim) bilgi panolarında Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin nasıl ayrılıkçı bir tutum sergilediğini, uygula-dığı baskı ve zulümden kaçmak isteyen yurttaşlarını engelleyemediği için nasıl duvar örmek zorunda kaldığını, insanla-rın nasıl Batı Berlin’e kaçmaya çalıştığını, bu “uğurda” canını veren insanların hikâyelerini, kaçış sırasında yaşanan “kahramanlık”ları görürsünüz. Berlin’in Sovyet Ordusu’yla Nazilerden kurtarıldığı günden itibaren sistematik olarak başlattıkları bilgi kirliliği, manipülasyon ve karalamaları artık resmi tarih yazımına yerleştirmiş olan sermaye sınıfı, kazanan taraf olarak toplumsal belleği var gücüyle yok etmeye, çarpıtmaya çalışıyor. Bunu yaparken çok bilindik bir Nazi propaganda yöntemini kullanıyor: İstikrarlı biçimde yalan söylemek! Her şey herkesin gözü önünde gerçekleşmiş olmasına, yaşanan her şey gün ve gün kayıt altına alınmış olmasına rağmen, satın alınmış kalemler, sosyalist düzenin eşitlikçi ilkeleriyle barışamamış yoz bireyler, emperyalizm tarafından yetiştirilmiş, beslenmiş ajan ve provokatörlerin de yardımıyla Berlin Duvarı’nı Marksist ideolojinin emperyalizm karşısındaki dünya çapında yenilgisinin simgesi haline getirmeyi başardılar. 

Yapılan bu kapsamlı ideolojik saldırının yarattığı bilgi kirliliği içinde gerçek tarihi anlatanların sesi boğulup kayboluyor. Bu kapsamlı saldırının içinde Berlin Duvarı’nın olası bir Üçüncü Dünya Savaşı’nı yıllarca önlemiş olduğunu, duvarın dünya halkla-rının en azından 30 yıl boyunca savaşsız bir dünyada yaşamalarını mümkün kıldığını göremeyebilirsiniz. Duvarın, batıdaki kapitalist düzenin yozlaştırdığı toplumunun DAC’de inşa edilmeye çalışılan sosyalist toplumun altını oymasının karşısına dikildiğini bulamayabilirsiniz. Yine, sosyalist emeğin kapitalizm tarafından sömürülmesini engellemek, ajan ve provokatif eylemlerin önünü kesmek için duvar çözümünün mecburen atılmış bir adım olduğunu bu bilgi kirliliği içinden bulup çıkarmak da çok kolay olmayabilir… Duvar, olası bir savaşı yıllarca önlemiş, bu geçici barışın da yardımıyla reel sosyalizm savaş sonrası ayağa kalkacak zamanı kazanmıştı. Reel sosyalizmin varolduğu bir dünyada işçi haklarını korumak ve geliştirmek, temel yaşamsal hizmetlerin işçi sınıfına bedelsiz sunulmasını sağlamak, iş güvencesini elde etmek, çalışma saatlerini düşürmek daha kolay olmuştu. 

Biz kazanacağız! 

Kazandığı bütün prestije rağmen, sosyalist ülkelerdeki iktidarlar halklarına gerçek düşmanı hatırlatmayı bıraktığı, gerçek savaş devam ederken, barış içinde yaşama algısı yarattığı oranda işçi sınıfını ideolojik saldırıya karşı savunmasız bıraktı. Dünya halkları kapitalizmin sunduğu geçici refahı işçi sınıfı iktidarının varlığına borçlu olduklarını unuttular. Emeğini satma zorunluluğu ile özgürlüğü birbirine karıştırdılar. Mücadele henüz başlamışken, zafer kazandığını sanan işçi sınıfı zaman içerisinde neye karşı mücadele ettiğini unuttu ve sonunda büyük bedeller ödeyerek kazandığı özgürlüğünü kendi isteğiyle iade etti. 

Tarihten ders çıkarmak için tarihi doğru okumak gerek. Bu nedenle sıkılmadan anlatmaya devam edeceğiz. İnsanlık geçtiğimiz yüzyılda yaptığı bu ileri hamlenin devamını elbette getirecektir. Bunu daha öne çekmek ise bu dergiyi okuyanların, boyun eğmeyenlerin elinde! 

bottom of page