top of page

Cemil Fuat Hendek ile bir

12 Eylül Söyleşisi

TKP ve “askersel darbe” uçurumu  

Türkiye solu, tarihindeki en önemli yenilgiyi 12 Eylül faşist darbesinde yaşadı. O solun en önemli kesimlerinde darbeyi adlandırmak konusunda ciddi tereddütler ortaya çıktı. Tuhaf ve derinlere işlemiş bir demokratizm nedeniyle olmalı, belki de cunta lideri Evren’i “demokrat Ecevit’in bizzat seçtiği” gibi bir yanılsamayla, faşist darbenin adını koymakta “acele edilmedi”. Belki de Kenan Evren ve arkadaşlarının Erbakan ile Türkeş’i pek sevmemesi, vakit yitirmeden “içeriye alması” bu tereddütte etkili olmuştu. 

Her durumda, en büyük sıkıntı dönemin TKP’sinde yaşandı. Parti, uzun süre faşizmi mahkûm edemedi. Oysa bu parti Federal Almanya ve Batı Avrupa’daki Türkiye kökenli en etkili sol gruptu. İşçi sınıfı içinde de etkili bir örgütlenmeye sahipti. 

12 Eylül 1980’de TKP’nin Federal Almanya örgütü yönetimindeki militanlardan Cemil Fuat Hendek, yaşanan tarihsel şaşkınlıkla ilgili sorularımızı yanıtladı. 

- Siz o dönemdeki bütün üst düzey yöneticileri yakından tanıyordunuz. TKP üstyönetiminin darbeyi adlandırmakta çok ağır bir şaşkınlık geçirdiği biliniyor. Siz bu şaşkınlığa bizzat ve yerinde tanık oldunuz. Aylarca 12 Eylül’ün bir faşist darbe olduğunu bildiremedi “Merkez Komite”. Öyle mi? Bu aymazlığı, acaba bugün artık Nabi Yağcı’nın temsil ettiği bir düzeysizliğe saplanıp kalmış eski yöneticilerin, bir süre sonra açığa çıkacak antikomünist gizli histerilerine mi bağlamalıyız? 12 Eylül, “eski TKP”yi nasıl vurmuştu? 

CEMİL FUAT HENDEK - Kusura bakmayın, “şaşırdı” saptamasına katılmam olanaksız. Darbeye dek bir yıldan çok daha uzun bir süredir ısrarla “faşizm tırmanıyor” uyarısı yapan, “faşizmin ayak sesleri”nden bahseden bir partinin şaşırması mümkün olabilir mi? Sınıf savaşımının giderek sertleştiğini, dalga dalga grevlerin birbirini izlemesi karşısında sermayenin elindeki “demokratik” yol ve yöntemlerin tükenmekte olduğunu bilen bir parti nasıl şaşırmış olabilirdi? Anımsayın lütfen: Meclis bir türlü cumhurbaşkanını seçemiyor, zamanın başbakanı Demirel, şapkası elinde umursamaz halde dolaşarak vakit doldururken, ortalıkta darbe söylentilerinden geçilmiyordu. Demirel’in 1970’lerdeki faşist saldırılar sürerken bir ara “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” demiş olmasına karşın, en başında faşist komandolar tarafından başlatıldığı bilinen silahlı saldırı ve cinayetler alabildiğine tırmandırılmaktaydı. 

1977 1 Mayıs’ındaki katliamı anımsayalım. İstanbul Üniversitesi önünde sol görüşlü bir gurubuna atılan bomba olayını, Maraş, Çorum katliamlarını, (aslında ilk deneme Kırıkhan’da olmuştu, kimse yazmıyor) 7 TİP’li gencin alçakça katledilişini, Abdi İpekçi, Abdullah Baştürk, Nihat Erim cinayetlerini ve günde ortalama 10’u aşan sağdan ve soldan silahlı saldırıları anımsayalım. Böylece ülkede bir içsavaş havası yaratılmaktaydı. 

Birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmişti. Darbenin sosyolojik ve psikolojik temelinin böylece yaratılmakta olduğunu bilen (tüm parti toplantılarımızda bunu konuşuyorduk) bir komünist parti -ki bu parti Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve ona bağlı sendikalarda alabildiğine örgütlü ve etkiliydi, yığınsal gençlik ve kadın örgütleri vardı; işçilerden aydınlara uzanan alabildiğine geniş bir sempatizan halkasına sahipti, uluslararası platformda çok yakın ilişkileri vardı; sosyalist ülkelerden ve özellikle Sovyetler Birliği ve Alman Demokratik Cumhuriyeti’nden yoğun destek görüyordu- nasıl şaşırmış olabilirdi? 

Hayır, TKP hiç de şaşırmadı. Fakat şaşırttı! Polit-Büro’da yer alan parti yöneticileri, tüm inancıyla, alabildiğine fedakârca ve demir disiplinle saflarına birikmiş parti üyelerini ve partiye umutla bakan yüz binlerce insanı şaşırttı! “Darbeciler arasında bize yakın generaller de var” söylentisiyle en kritik dakikalarda direniş ve mücadele olanaklarını sıfırladı. O yüzdendir ki, o günlerde bir işaretle yüz binlerce işçiyi sokağa dökebilecek konumda olan sendikacılar evlerinde valizlerini hazırlayıp, kuyruğa girdiler; tutuklanmak üzere sıralarının gelmesini beklediler. (O fotoğrafı hâlâ yüreğim sızlayarak anımsarım.) Binlerce üyeli yığın örgütleri suspus oldular. O güçlü ve çevrelerinde etkin parti örgütleri hızla dağıldı. 

12 EYLÜL SABAHI ŞAŞKINLIĞI 

- Fakat siz Federal Almanya’daydınız... 

CEMİL FUAT HENDEK - Evet, o nedenle burada, 12 Eylül sabahından itibaren bizzat kendi yaşadıklarımı anlatmakla yetinmek zorundayım. (Bu arada, kimden gelirse gelsin, her türden sözlü tarih anlatımının belgelere dayanmadığı sürece yanlış ve eksiklerle dolu olabileceğini de söylemeden geçmemeliyim.) 

Sabahın çok erken saatlerinde bir telefonla uyandım. Telefondaki yoldaşım Türkiye’de ordunun bir darbe yaparak erke el koyduğunu haykırıyordu. Olayı derhal o dönemde Almanya sorumlusu olan Metin Gür’e telefonla bildirdikten sonra, soluğu Alman Komünist Partisi’nin (DKP) Düsseldorf’daki merkez binası olan “Kırmızı Ev”de aldım. Sanırım saat henüz 8.00’e gelmemişti. Binada sadece merkez yayın organı “Unsere Zeit” (UZ) çalışanlarından birkaç kişi vardı. Onlara “Türkiye’de bir askersel darbe oldu. Kaç zamandır ikaz ettiğimiz faşist tırmanış sonunda bir darbeyle hedefine vardı” dedim. Olayı hemen DKP Başkanı Herbert Mies’e, DKP Uluslararası İlişkiler Sekreteri Karl Heinz Schröder’e ve Federal Almanya’daki diğer uluslardan komünistlerin kendi parti örgütlerinin çalışmalarının koordinasyonundan sorumlu Karl Stiffel yoldaşa telefonla haber verdik. 

Bu üç Alman yoldaş, Metin Gür ve ben saat 10.00’da bir araya geldik. Birkaç dakika sonra UZ ve diğer yayınların sorumlusu olan Alman yoldaş da toplantıya katıldı. Zaten tüm binada duyulmuş olan olayı resmen Alman Komünist Partisi’ne bildirdik. Herbet Mies yoldaş, üzüntü ve tepkisini dile getirdikten sonra, yapacağımız her türlü etkinliği koşulsuz desteklemek için partisinin tüm olanaklarını seferber etmeye hazır olduklarını söyledi. Ayrıca parti yönetimi adına en alt birimlere kadar bir genelge yayınlayarak, birimlerin kendi bölgelerinde TKP’li yoldaşların yapacakları etkinliklere destek olmaları, ellerindeki tüm olanakları onlara açmaları direktifini vereceklerini de ekledi. 

Alman Komünist Partisi’nin merkezi çoktan çalkalanmaya başlamış, telefon hatları, teleksler harekete geçmiş, olay Kiel’den Konstanz’a kadar tüm parti örgütlerine iletilmişti bile. (Böylesi durumlarda o dönemdeki Alman yoldaşların düzen, disiplin ve örgütlülüğüne her zaman hayran olmuşumdur. Bu arada bizim de onlardan çok şey öğrendiğimizi ifade etmek isterim.) Parti binasını Alman yoldaşların desteğinin verdiği güvenle terk ettik. 

Ben kendi hesabıma, bu olay karşısında şaşırdığımı söyleyemem. Metin yoldaşta da herhangi bir şaşırma emaresi yoktu. Darbe zaten “bugün yarın beklenen” bir şeydi. Ve o anda yapacak çok şey vardı. Yöre Komitesi’nin toplanması, hem tek tek illerde yapılacak çalışmalar, hem de düzenlenecek merkezî etkinlikler için kararlar alınması, bu kararları hayata geçirmek için tüm birimlerin harekete geçirilmesi vb. gerekiyordu. 

- Sorunlar mı yaşıyordunuz? 

CEMİL FUAT HENDEK - Aslında örgütlerin, parti birimlerinin ve tek tek yoldaşların harekete geçmesi açısından hiçbir sorunumuz yoktu. Tüm Almanya’da her an, her türlü eyleme hazırlıklı, disiplinli bir örgütümüz vardı. Nitekim Yöre Komitesi eksikli de olsa derhal toplanıp yetkileri çerçevesinde kararlar aldı. Asıl sorun, ne yazık ki, bir süredir zaten tartışmalı olduğumuz Polit-Büro ile ilişki kurmak, onların kararlarını öğrenmek, görüşlerini almakta yatıyordu. Gerçekten de Polit-Büro ile ilişkiler gereksiz yere uzadı ve giderek hem politik hem de örgütsel açıdan karmaşık bir sorun halini aldı. 

Bizimse, bekleyecek zamanımız yoktu. Hemen çalışmalara başladık. Federal Almanya’da 52 kent ve kasabada 24 saat içinde ve aynı gün ve saatte –kimi 50, kimi 500 kişiyle) bildiri dağıtımına çıkabilecek, her türlü eyleme kalkışabilecek parti hücrelerimiz vardı. Bunlara ek olarak bazı özel birimlerimiz de mevcuttu. Bunlardan biri de, üç genç yoldaştan oluşan bir yayın birimiydi. Alman Komünist Partisi’nin fabrikalara yönelik olarak ayda ya da on beş günde bir yayınladığı yerel gazeteler vardı. Bunların sayısı tüm ülkede 150’yi buluyordu. Büyük bölümü yerel yazı kurulları tarafından hazırlanan bu gazetelerde, o işyerleriyle ilgili haberler ve yorumlar yer alırdı. Değişik bölgelerdeki, fabrikalardaki yoldaşlarımız da bu gazetelerin dağıtımına etkin olarak katılıyorlardı. İşte bu TKP biriminin görevi, işyeri gazeteleriyle birlikte basılmak ve dağıtılmak üzere iki Türkçe sayfa hazırlamaktı. Böylece, bir yandan gazetelerin içeriğinin Türkçe özetini yaparken, diğer yandan da merkezi bir haber, yorum ya da çağrı yayınlama olanağı buluyorduk. Bana bağlı olarak çalışan bu birimdeki yoldaşlar hem yazıları yazıyor, hem de dizgi ve mizanpajlarıyla bu sayfaları baskıya hazır hale getiriyorlardı. Onlarla birlikte alelacele, tüm bölgelerde basılıp dağıtılmak üzere bir “özel sayı” hazırladık. Burada da “Türkiye’de bir askersel faşist darbe olduğunu” duyuruyorduk. Öte yandan DKP de merkezi olarak hemen ertesi gün büyük boy bir afiş hazırlayarak bütün Almanya’da dağıtılmak üzere bastırmıştı. 12 Eylül darbesini izleyen bir hafta içinde bütün bu gazeteler ve afiş, Federal Almanya’da hem Alman yoldaşlarımızın hem bizim elimizin değdiği her yere dağıtılmış bulunuyordu: “TÜRKİYE’DEKİ FAŞİST DARBEYE HAYIR!” 

Sonradan bakınca, aslında çok erken davranmış, Polit Büro’nun (o yıllarda Merkez Komite diye bir şey zaten söz konusu değildi) karar ve talimatını beklemeksizin harekete geçmiş olduğumuzu düşünüyorum. Öte yandan, parti içinde sürekli olarak tartıştığımız, yayınlarımızda ısrarla vurguladığımız “faşizmin yaklaşan ayak sesleri” nihayet hedefine varmıştı. O anda başka bir şey düşünmek kimsenin aklına gelmezdi. “Ordu darbesi” deyince akla ilk gelen de zaten 12 Mart deneyiminden başka bir şey değildi. 

12 EYLÜL FAŞİZM DEĞİLMİŞ! 

- Polit-Büro “faşizm” saptamanıza itiraz mı etti? 

CEMİL FUAT HENDEK - Polit-Büro ile toplantımız o günün koşullarına göre çok gecikti. Neden sonra bir araya geldiğimizde, bizi kendilerini dinlemeksizin harekete geçtiğimiz için eleştirdiler. (Bir komünist partisinin olmazsa olmazı, demokratik merkeziyetçilik ilkesi açısından baktığımızda biçimsel açıdan haklı olduklarını düşünüyorum.) 

Toplantıya -artık isimler bilindiği için söylemekte sakınca görmüyorum- Polit-Büro’dan Ali Durak, Mustafa Demir, Veysi Sarısözen ve Alp Otman katıldılar. Bize söyledikleri şuydu: “Biz ‘faşist’ demiyoruz. Sadece ‘askersel darbe’ olarak niteliyoruz. Darbeci generaller arasında bize yakın olanlar da var. Nitekim, ilk tutuklama dalgasında bize dokunulmadığını görüyoruz.” Kanımca, ülkenin teröre boğulacağı kesin olan bir dönemde bu “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tutumu herhangi bir komünist parti açısından utanç verici bir yaklaşımdı. İtiraz ettim. Benimle birlikte Ali Söylemezoğlu da itiraz etti, “Bence de faşist bir darbeyle karşı karşıyayız” dedi. Toplantıda bulunan FİDEF Başkanı Hasan Özcan’ın ise bu tür tartışmalara girecek herhangi bir teorik altyapısı yoktu. Metin yoldaşın açık bir tutum aldığını ise anımsamıyorum. Bunun üzerine, Ali Söylemezoğlu’na ve bana konuyu derinlemesine incelemek ve bir sonraki toplantıda savımızı kanıtlamak üzere hazırlık yapmamızı söyleyerek bizleri geri gönderdiler. 

Bir yanda örgütlenme koşuşturmaları, öte yandan diğer sol örgütlerle ilişkiler, görüşmeler arasında gece sabahlara dek yaklaşık 40 sayfayı aşkın bir “tez” hazırladım. Bir yanda Trotsky’den, Togliatti’ye, Palm Dutt’tan ve Komintern tartışmalarından, Dimitrov’a dek isimler vardı... Ayrıca günümüzdeki Güney Amerika deneyleri, Şili ve Endonezya’daki faşist darbeler... Ve tabii Türkiye’de tekelleşme, finans oligarşisinin durumu, emperyalizme bağımlılık vb. üzerine aklımın erdiğince bir çalışma yaptım. 

- Çalışmanız nasıl yürüyordu? 

CEMİL FUAT HENDEK - Kolay olma-dı. Hatta bu arada çok canımı sıkan birkaç olay da oldu. Birini anlatayım: Acil olarak büyük bir merkezi eylem planlamaya çalışı-yorduk. Bunun için parti adına Türkiye İşçi Partisi (TİP) , Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP), Dev-Yol ve Kürt arkadaşların örgütleri KKDK ve KOMKAR’la görüşmeler yapıyordum. Zaman ilerliyor, partiden “askersel darbe”den başka ses çıkmıyordu. Almanya’da en yaygın ve örgütlü güç olmamıza karşın partinin bu duruşu tüm diğer örgütlerle ilişkilerimizi zorlaştırıyordu. Sonunda Köln’de bir ortak eylem kararı alacak ve bir bildiriye imza atacak hale gelebildik. Bildiriyi önce ben kaleme aldım, diğerleri bazı düzeltmeler yaptılar. Bu metni alarak Frankfurt’a gittim. (Orada her türlü dizgi, mizanpaj ve baskı olanaklarımız vardı. Kuryelerimiz vardı. Bildiri ertesi sabah Almanya’nın her yerine dağıtılmış olabilirdi.) Tam dizgi işi bitmişti ki, Ali Durak çıkageldi. Bildiriyi eline alarak sağını solunu çizmeye başladı. (Tanıyanların bildiği bir gerçektir: Ali Durak arka arkaya yanlışsız iki cümle kuramazdı.) Tüm itirazlarıma, birçok sol örgütün imza atmış olduğu o metnin değiştirilemeyeceğini söylememe karşın, metinde değişiklikler yaptırdı. Ben de protesto mahiyetinde orayı terk ettim 

Nitekim, bildiri hemen ertesi gün basılmış olarak, o hafta sonunda diğer örgütlerle birlikte kentlerde dağıtılmak üzere tüm bölgelere ulaştırıldı. Sonuç tam bir hüsrandı! Bildiriyi gören diğer örgütler “Bu bizim imzaladığımız metin değil!” diyerek dağıtıma katılmadılar. Köln mitinginde TSİP Almanya sorumlusu, sevdiğim bir arkadaşım olan O. D.’ın, omzumu okşayarak, “Üzme kendini, seni severim, ama biz TKP’den böyle kazıklar yemeye alışığız” demesini bugün bile yüzüm kızararak anımsıyorum. 

Polit-Büro neden sonra bizi tekrar çağırdı. Bizi Ali Durak, Mustafa Demir ve Veysi Sarısözen karşıladılar. Ben yaptığım hazırlıktan emin, yazdıklarımı koydum masanın üstüne. Fakat beklenmedik bir şey oldu. Bir önceki toplantıda faşizm saptamasını savunduğunu söyleyen Ali Söylemezoğlu -kendisi bugün Ermeni meselesinde devletin sözcülüğünü yapan, namazı-niyâzı yerinde bir sağcıdır- hemen “Ben inceledim, darbenin faşist olmadığını anladım” demesin mi? Daha bize konuşma fırsatı kalmadan, Polit-Büro’nun Yöre Komitesi’nin dağıtılmasına karar verdiğini bildirdiler. Metin yoldaş Almanca öğrenmek üzere Leipzig’de okula gidecekti. Beni de merkez organımız Atılım’ın sorumlusu olarak İdeolojik Büro’ya atıyorlardı. Toplantı böylece bitiverdi. Kös kös Batı’ya döndük. 

- Bu görevlendirmelerin anlamı neydi? 

CEMİL FUAT HENDEK - Ortada çok açık bir durum vardı. Çok iyi işlediği bilinen bir komite dağıtılıyordu. Komitenin en aktif ve tüm örgütte etkin –itiraf edeyim: kendi aklını da kullanan, Polit-Büro’daki zayıflıkları bilen ve değerlendiren- iki üyesi de Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde, pasaportları ellerinden alınarak enterne edileceklerdi. 

Ben İdeolojik Büro’ya gitmeyi reddettim. Onlar da zaten apaçık bir manevra olan bu işin üstünde durmadılar. Muhtemelen daha önceden anlaşmışlar. Beceriksiz ve insan ilişkilerinde sorunlu olduğu bilinen Ali Söylemezoğlu’nu Almanya sekreteri yaptılar. Metin partiden ayrılarak TİP’e girdi. Ben bir süre daha “dissident” olarak parti çalışmalarına katılmaya devam ettim. 

ACI BİR NATO SAPTAMASI 

Beni o dönemde partide görev almayı reddetmeye –onların söylemiyle, bana görevlerden el çektirme kararına- neden olan, son noktayı koyan olayı da aktarayım: Gerek Türkiyeli işçilere, gerekse Alman kamuoyuna yönelik olarak sürekli dergiler, bildiriler yayınlıyor, dağıtıyor, etkinlikler düzenliyorduk. Bunlardan birinde, yine bir bildiri kaleme almıştım. Derken Ali Durak tekrar çıkageldi. Bildiriyi beğenmedi. “Böyle olmaz” dedi, “en geniş kamuoyuna seslenecek argümanlar bulmalıyız. Örneğin, ‘Türkiye’nin bir NATO ülkesi olduğunu, böylesi bir darbenin NATO’nun demokratik içeriğine uygun olmadığını’ yazmalıyız.” Dehşet içinde kalmıştım. Parti zaten solun tümünden kopmuştu. Bizi, dahası Türkiye solunun hemen tümünü en temelde birleştiren ve herkesin ısrarla savunduğu bir duruştu NATO karşıtlığı. Böylesi bir söylemle arada kalan son köprü de torpillenecek ve yıkılacaktı. (Neyse ki, o gittikten sonra bildiriden o cümleleri sildim ve yayımlanmasını engelledim.) 

Hiç kuşkum yok: Bir komünist parti, kimi koşullarda yalnızlığı bilinçli olarak seçerek çevresinde, hatta kendi saflarında temizliğe girebilir. Safraları atabilir; yalancı solun maskesini düşürmeye girişebilir. Koşullar gerektirdiğinde tek başına kalma pahasına buna cesaret gösterebilmelidir. Ancak Türkiye Komünist Partisi’nin bu tutumu böylesine bir çabanın ürünü değildi. 

- Peki burada Nabi Yağcı’nın düzeysizliğinin ve gizli antikomünizminin etkisinden söz edebilir miyiz? 

CEMİL FUAT HENDEK - Hayır. Nabi Yağcı henüz genel sekreter olmamıştı. O sıralarda onun bir antikomünist olduğunu söylemek de bence büyük haksızlık olur. Düzeysizliğe gelince, bunu sadece onun için değil, parti yönetimine hasbelkader gelmiş olan çokları için söylemek mümkün. (İlk yeniden örgütlenme çabaları sırasında Bilen yoldaşın Doğu Perinçek’e bile öneri yaptığını bilmiyor muyuz?) Partideki sağ damar daha baştan mevcuttu. O programı açıp, okuyun. Fakat o sıralarda ondan çok daha önemli yanlar vardı. Uluslararası komünist hareketin tanıdığı, tarihsel kökleri olan bir komünist partiydi söz konusu olan. 1973-74 yıllarında ben dahil, bu zayıflıkları görebilecek durumda olan çoklarını çeken de zaten buydu. 

Bilen Yoldaş’a gelince, o da ideolojik derinliklere sahip bir komünist değildi. (Yazdıkları, söyledikleri ortada.) Fakat –sanırım sosyalist ülkelerdeki ilişkilerinin çoğunun pek sıcak bakmamasına, hatta karşı olmasına rağmen -çünkü onlarda eski TİP’i destekleme havası hâkimdi- partiyi derleyip toplayarak ayağa kaldırmayı başarmış bir yoldaştı. İyi bir ajitatördü. (Ya da biz ona bakarak kendi kendimize ajite oluyorduk.) Ne var ki,hastaydı ve çok yaşlanmıştı. Bir yanda Polit- Büro, üyeler arasında “Genel sekreter kim olacak?” sorusu etrafındaki çekişmelerle sarsılıyordu. Öte yanda ideolojik, politik olarak boylu boyunca revizyonizmin, sağ oportünizmin batağında çırpınmaktaydı. Parti zaten İngiltere grubunun kimi haklı çıkışıyla yara almıştı. Programı da -Ulusal Demokratik Devrim tezi vb. açısından- daha en başından sorunluydu. Kanımca, o günlerde büsbütün su üstüne çıkan süreç likidasyonla bitti. O sıralarda parti yönetimini ele geçirmiş olanların –bunu, Bilen yoldaşın Polit Büro’yu oluşturma öyküsünü bilerek söylüyorum- bugün nerede durduğuna, ne eyleyip, ne dediğine bakarsanız görürsünüz. 

- TKP asıl karakterine değinmekten kaçındığı bu “askersel darbe” tezini neye dayandırıyordu? 

CEMİL FUAT HENDEK - Bugünkü bilgilerimize dayandırmaya gerek yok; daha o zamandan biliyorduk: Partinin bu tutumu, ülkede olan bitenin marksist açıdan bir analizine yaslanmıyordu. Sovyetler Birliği’nden gelen esintinin sonucuydu 

Nitekim Polit-Büro, ne düşünmeyi bilen üyeleri, ne de dışımızdaki solu ikna edici -ikna etmeyi bırakalım, “acaba mı?” dedirtecek- tek bir açıklama yapmayı başaramadı. Yönetimdekilerin tek dayanağı, uluslararası komünist hareketin başkalarını değil, bizi dinleyeceğine olan güvendi. Gerisi teferruattı. 

Sovyetler Birliği Komünist Par-tisi’nin TKP’ye katkıları tartışmasız çok değerliydi. Ne var ki, bu ilişki aynı zamanda ayak bileklerimizde birer prangaydı. Sorun şuydu: Bir yanda ülkesinde devrim yapmakla yükümlü bir parti vardı. Öte yanda, hemen yanı başında emperyalizmin saldırgan bir uşağı, NATO üyesi Türkiye ile diplomatik ilişkiler içinde olan, Soğuk Savaş’a rağmen “barış içinde birarada yaşama” ilkesini geçerli kılmaya çabalayan bir Sovyet Dışişleri Bakanlığı... Bu ikisinin uzun vadeli hedefleri teorik olarak bir olmakla birlikte, güncel taktik hedefler açısından tamamen farklıydı. Sovyetler Birliği, Türkiye’de sonu meçhul büyük toplumsal çalkantılardan kaçınıyordu. 

- Partinin aylarca darbenin faşist karakterini saptayamadığı doğru mu? 

CEMİL FUAT HENDEK - Pek değil. İzninizle burada da bir düzeltme yapmak istiyorum: Partinin “aylarca” darbenin faşist karakterini saptamaya yanaşmadığını söyleyemeyiz. Bu doğru değil. Aylarca değil, yıllarca! TKP, bu konuda umarsız bir çabayı inatla sürdürüp durdu. 

Öylesine ki, Berlin’de Mustafa Demir kontrolü altında yayınlanan ve giderek gerçekten çok kötü bir gazete haline gelen “Kurtuluş”ta Leonid Brejnev ve Kenan Evren’in resimlerini yan yana basmaya dek götürdüler bu işi. 

Parti, “12 Eylül darbesi bir faşist darbeydi” dediğinde ise aradan yıllar geçmiş, çok sular akmıştı. Bu “itiraf” da o dönem solda alaycı gülümsemelere neden oldu. 

O darbedir ki, sonuçları bugün halen ülkemizi kasıp, kavuruyor. Gerek uluslararası ve yerli tekelci sermayenin büyük saldırısı, gerek yarım yamalak da olsa var olan demokratik hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınışı... Dahası, Cumhuriyet’in yıkılışı... Bugün eğer bir “islamcı faşizm” kavramından bahsedeceksek, “islamcılık” da, “faşizm” de o darbe ve ardından gelen günlerden kalmadır. 

bottom of page