top of page

Aydınlanma Düşüncesinin Kalbinde

Dinsel yobazlığı göreve çağırmak    

Tevfik Taş

Avrupa’da dinsel boğazlaşmanın 400’üncü yıldönümünde yeniden din eksenli cepheleşmelerin yaşanıyor olduğunu görmek etkileyici. Etkileyici, ama sürpriz değil. Kapitalizmin şafağında başlayıp 1648’de sonuçlanan din söylemli boğazlaşma, bu boğazlaşmanın bir “ara çıktısı” olup, 1555’de Vestfalya Barışı adıyla imzaya açılan metin ile siyasi içeriğini kazanmıştı. Avrupa tarihinde her ne kadar “Otuz Yıl Savaşları” (1618-1648) olarak kaydedilmiş olsa da, boğazlaşmanın asıl başlangıç tarihi 1517 reformasyon sürecidir ve 100 yıllık bir süreyi kapsar. 

“Cuius regio, eius religio” (kimin bölgesi, onun dini) olarak tarif edilen bu “barış”, dinsel gericiliğin siyasi gericilik adına vekalet savaşı yürüttüğü son kapışma gibi görünüyordu. 

Siyasi iktidarın fiili iktidarı denetleyen burjuvazinin eline geçmesi, çok geçmeden onun mezar kazıcısının da tarih sahnesinde rol alması ile bir düzleme taşındı. Gerici burjuvazi ilerici proletaryaya karşı milliyetçilik silahı yetersiz gelince, kilerde tozlanmaya yüz tutmuş din baltasını bileylemeye karar verdi. Fiili olarak Vestfalya Barışı zaten alttan alta törpüleniyordu. Proletaryanın dinciliğin ve milliyetçiliğin dar kalıplarını söküp atan emek eksenli evrensellik mesajı, mülk sahibi sınıfları telaşlandırmıştı. 

Her daim işe yarayan dinsel yobazlık, göreve yeniden çağrılmıştı. Devrimci proletaryanın çığır açan emek merkezli misyonu belirginleştiği oranda gericileşen burjuvazi, milliyetçi palavralar kısa gelince, 1848’de göreve yeniden dinsel yobazlığı davet etti. 

Bu arada “Aydınlanma” kavramının tarih sahnesine çıkmış ve laiklik pratiğinin az da olsa deney kazanmış olmasının hiçbir önemi yoktu. Kendi taleplerine ihanet etmede pek başarılı burjuvazi, Aydınlanma’yı da derdeste edip, kenara attı. Burjuva aydınlanmacısı Moses Mendelssohn, Kant için “her şeyi yıkan filozof” demişti. Oysa burjuva aydınlanmasını temsilen Kant, “Bizim çağımız her yere nüfuz etmek zorunda olan gerçek bir eleştiri çağıdır” demişti Saf Aklın Eleştirisi’nde. 

Sorun da burada değil miydi? 

Kendisini eleştiri ile sınırlamak…

Eleştiri koyu dinsel karanlığın perdesini yırtmak için son derece önemli bir silahtı. Ve çok da değerliydi. Ama sınıfsal taşıyıcısından yoksun bir eleştiri mekanizması pekala yerleşik düzenin devamına hizmet eden bir işlev de yüklenebilirdi. 

Marx’ın 11. Tez’de ifade ettiği, “aslolan değiştirmektir” vurgusu, eleştiri kavramının yerli yerine oturmasına da alan açtı. Bu bağlamda, Mendelssohn’un Kant’a atfen söylediği “her şeyi yıkan filozof’’u, “filozof“ nitelemesi bir kenara bırakılırsa, hiç kuşkusuz ki, Marx’dır... 

Aydınlanmanın tek tutarlı çocuğu marksizmdi(r). Dinle hesaplaşmayı göze alamayan, utangaç agnostisizme teşne bir Kant, aydınlanmanın tarihsel misyonunu ileri taşımaya muktedir olamayacak kadar dar omuzlara sahipti. Omuzlardaki darlığın kökeni, burjuvazinin sınıf çıkarlarının darlığı ile doğrudan orantılıydı. Daha ilerisinin olamayacağını Lenin, Felsefe Defterleri’nde, bilgiyi değersizleştiren agnostisizmin “kapıdan kovulup, bacadan alınması” üzerinden saptıyordu. Çok haklıydı. 

Akla ve aklın iktidarına alan açmak isteyen Kant, doğrudan kendi temsil ettiği sınıfın ihanetine uğradı. Sınıfsal taşıyıcısı tarafından kilise avlusuna terk edilen aydınlanma, “tahakküm edici akıl” zırvalıkları üzerinden bizzat post-aydınlanmacılık tarafından arkadan hançerlendi. Aklı terk eden burjuvazi, sömürü çarkının akılsız doğasını kutsadı. Bu kutsamada milliyetçilik ile din el ele kenetlendi. 

 

AYDINLANMANIN KALBİNE ÜÇ PASLI ÇİVİ 

 

Kant sonrasının en tanınmış filozofu Hegel ile Alman burjuvazisinin akademideki en gerici temsilcisi Max Weber, “Greko- Romen kök kültür” söylencesinden “Yahudi-Hıristiyan kuru-cu kök kültür”e vurgularıyla, Aydınlanma’nın çanına ot tıkama konusunda “entelektüel” şırınga yapmışlardı. Burjuvazinin bu has evlatları, mülk sahibi sınıfların değişen sınıf çıkarlarını ülkenin “Zeitgeist’’ında yeniden dizayn etmişlerdi. 

Sınıf sömürüsü-dinsel yobazlık-milliyetçi akıl tutulması... İşte, Aydınlanma’nın kalbine çakılan üç paslı çivi... 

Bir buçuk milyon çalışanı, on binlerce taşınmazıyla Katolik ve Protestan Kiliseleri’nin ülkenin en büyük işvereni olduğu bir Kant ülkesinde yaşıyoruz! Kilise vergilerinin kamu kasası tarafından tahsil edildiği, kilise hastanelerinde, çocuk yuvalarında vaftiz edilmeden iş bulunamadığı bir ülke Almanya. Afganistan’daki işgal ordusuna da papaz servis eden bir din ordusudur artık Alman ordusu. Kamuya ait medya kanallarında papazları çıkartıp “Das Wort zum Sonntag’’ (Pazar Vaazı) saatleri ayrılan bir pespaye din siyaseti, ülkenin düşün dünyasına hâkim haldedir. 

 

OLGUN OLMAYIŞ İNSANIN KENDİ SUÇU MU? 

 

Kant, “Aydınlanma, insanın kendi suçu olan olgun olmayış durumundan çıkmasıdır’’ demişti. Olgun olmayış’ı öz düşünme yetisi olarak tarif eden Kant, bu olgunun hayat bulamamasını “insanın kendi suçu” olarak yanıtlamıştı. Oysa “insan” diye tarif edilen bu genellemenin tarihsel hiçbir karşılığı yoktur. Her dönem için tanımlanmış bir insan’dan söz edilemeyeceğine göre, bu varsayılan “suç” da ona ihale edilemez. 

Olgun olmayış durumuna bir saik aranacaksa, bu saik, sınıflı toplum ve sömürü mekanizmasıdır. Emek açısından hayata bakmayan Kant’tan daha fazlası beklenemezdi elbette. 

Bugünün Almanya’sında laikliğin “fazla katı” olduğu gerekçesiyle reddedildiği, sekülerizmin “olabildiğince hafif olması koşuluyla” lütfedilip kabul görebileceği ifadeleri, aydınlanmanın ancak işçi sınıfı tarafından tutarlılıkla savunulabileceğinin açık kanıtları olarak görülmelidir. 

Tarihsel ilerlemenin envanterine kalın harflerle yazılan Aydınlanma, sosyalist aydınlanmanın emeğin kurtuluşu hedefi ile birleştirilmiştir. İnsanlık tarihinin bu muazzam kazanımı, artık dolaysızca sosyalist hareketin ileri taşınması gereken hedefler listesine kazınmıştır. 

Bizzat burada, Almanya’da, Kant’ın ülkesinde de! 

bottom of page