top of page

Devlerin Düğünü

Cemil Fuat Hendek

Almanya bir süredir iki devin “düğün” haberleriyle çalkalanıyor. Çelik devi Thyssen-Krupp, merkezi Hindistan’da bulunan bir devle, İngiliz-Hint ortaklığı Tata Steel ile birleşiyor. Elektronik alanındaki bir dev, Siemens de Fransız ALSTOM’la birlikte hızlı tren üretimini tek çatı altına alıyor. Sermaye çevrelerine “hayırlı haber” olarak sunulan bu birleşmeler sonucu, Thyssen-Krupp-Tata diğer çelik devleriyle rekabet şansını artıracak ve dünya üçüncülüğüne tırmanacakmış. Merkezi Amsterdam kentine kurulacak olan yeni ortaklık böylece yılda yaklaşık 71 milyon ton çelik üretecek, 42 milyar avro ciro yapacak, ona göre de kârlarını yükseltecekmiş. Siemens’in “düğünü” ertesinde kurulan ortaklık ise şehirler arası hızlı tren üretiminde giderek güçlenen Çin’le rekabet şansını elde edecekmiş. Böylece bu firmaların borsa değerleri de hızla yükselecekmiş. 

Sermaye çevrelerine seslenen ekonomi gazetesi Handelsblatt’ın bunu “hayırlı haber” olarak duyurması kadar doğal bir şey olabilir mi? Bu şirketlerin sermaye ortakları, kasalarında sakladıkları kağıtlardan (hisse senetlerinden) başka üretime hiçbir katkısı olmayan tufeyli para babaları kuşkusuz şimdi bayram ediyordur. Öyle ya köşklerinde, lüks yatlarında vakit geçirirken kârlarına kâr katacak, servetlerini kat kat artıracaklar. Şirketlerin binlerce işçi ve emekçi ailesini işsizliğe ve yoksulluğa sürükleyecek olan bu anlaşmaları kotaran ve artık çoktan kendileri de birer kapitalist haline gelmiş kâhyalarına (üst düzey yöneticilerine) gelince… Onlar da alacakları primleri çoktan hesaplamışlardır. 

BİR DE İŞÇİLERE SORALIM 

Tufeyliler bayram ederken binlerce işçi ve bu firmaların bürolarındaki çalışanlar korkudan tir tir titriyor. Çünkü sonun başlangıcı şimdiden belli: Thyssen- Krupp-Tata ortaklığı ilk hamlede, 2000’i Almanya’da olmak üzere 4000 kişiyi sokağa koyacak! Ardından ne geleceği ise şimdilik belirsiz. 

Thyssen-Krupp işçileri işyerlerini savunmak için Aralık başında bir direniş başlattılar. Ne var ki, kapitalizmin yasalarına karşı ne denli etkili olacakları meçhul. Hele solun bunca zayıf, sendikaların bunca sistemle barış çabasında olduğu bu dönemde. Nitekim, Siemens işçi temsilciliğinin Alstom’la birleşmeyi memnuniyetle karşıladığı söyleniyor. 

Anımsamadan edemeyeceğim: Bundan 30 yıl önce Thyssen ve Krupp birleşme kararı verdiğinde de aynı şey olmuştu. Duisburg’un kuzeyinde konuşlanmış ve Oberhausen kentine doğru uzanan Krupp fabrikasında işçiler çok güçlü bir direniş başlattılar. Aynı anda, kentin kuzeyinde, Ren Nehri’nin karşı yakasındaki Thyssen’de de grev başladı. Sadece bu fabrikaların çalışanlarıyla sınırlı kalmayan ve tüm Ruhr havzasındaki kentlerden dayanışma alan bu direnişlere tam 164 gün boyunca sabahtan akşama her gün on binlerce kişi katıldı. Ren’in iki yakasını birleştiren köprü işgal edildi. Sadece bir dayanışma konserinde 30 bin kişi hep bir ağızdan dayanışma türküleri söylediler. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’daki bu en büyük ve uzun direniş yine de birleşmeyi ve Rheinhausen’daki Thyssen fabrikasının kapatılmasını önleyemedi. 

Şimdi o günlerden geri kalan, Krupp’un her tarafı pas kaplamış ve bir müzeye dönüştürülmüş haddehahaneleri ve işgal edilen köprüye o günlerde konan “Brücke der Solidarität” (Dayanışma Köprüsü) adıdır. Thyssen’in Rheinhausen semtindeki fabrikasının yerinde ise yeller esiyor. Orası şimdi bir TIR toplanma merkezi. Bir zamanların neşeli işçi semti Rheinhausen’a gelince... Genç işsizleri, titrek ihtiyarları, yeni yerleştirilen mültecileri ve bolca yoksullarıyla giderek köhneyen ve artık “toplumsal sorun merkezi” haline dönüşen bir yıkıntı. 

TEKELLERİN ABLUKASI 

Uluslararası tekeller bir yanda birbirleriyle kıyasıya rekabet ediyor, bu mücadelede casusluktan, rüşvetten ve her türlü kirli yöntemden geri kalmıyorlar. Ama öte yanda kimi zaman birbirlerini yutarak, kimi zaman birleşerek daha da devleşiyor, her şeyin üretimini tek elde topluyorlar. Ve bu süreç sadece endüstride değil. Tarımda, hayvancılıkta, sağlık sektöründe… Kısacası, insan evladının gereksindiği akla gelebilecek her alanda hızla ilerliyor. Tarladaki tahılın, bostandaki ürünlerin, ağaçlardaki meyvelerin tohumları, bunlar için gereken tarım ilaçları ve gübreler tekeller tarafından patentleniyor. Ağıldaki, otlaktaki, kümesteki hayvanlardan başlayarak göllerde ve nehirlerdeki balıkların bile cinslerine müdahale ediyorlar. Tatlı su kaynaklarını teker teker satın alıyorlar. Tek tek ülkelerde endüstri ve tarıma müdahale ediyor, emperyalist devletlerin desteğinde yasaklar uyguluyor, kimi ürünleri dayatıyorlar. 

BU GİDİŞ NEREYE? 

Uzatmayalım: Emperyalizmin kıskacındaki dünyamız, uluslararası tekellerin mülkiyeti altında tam bir felaketin eşiğine, bugünkünden beter bir işsizlik, açlık ve sefalete doğru sürükleniyor. Bu tekeller, halkın sözde demokratik sisteme uygun olarak seçip parlamentolara gönderdiği temsilcileri satın alarak, doğrudan çıkarlarının temsilciliğini yapan “lobi çalışanı” haline getiriyor. Gözden uzak tutulan “uluslar ötesi” kuruluşlarda dünya politikasını belirlemek üzere teoriler üretiyor, komplolar düzenliyorlar. 

Günümüz dünyasında sadece G-20 ve benzeri oluşumların toplantıları yok. Sadece bir örnek olsun: Bir zamanlar David Rockefeller tarafından bir araya getirilen “Trilateral Komisyon” gibi, Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’dan en etkin 400 temsilcinin katıldığı ve sözde tesadüfen, aslen düzenli olarak biraraya gelen ve “dünya hükümeti” rolüne soyunan kuruluşlar da var. G-8’leri, G-20’leri asıl bunların yönlendirdiğini kim biliyor? Medyanın bunlarla ilgili ayrıntılı bilgi paylaşımına konan yasaklar kimseyi şaşırtmamalı. 

Böylece dünyamız bazı bilim-kurgu filmlerindekine benzer bir esarete doğru sürükleniyor: Bir yanda küçük bir mutlu azınlık ve onlara hizmet eden köleler, öte yanda kalın duvarlar ardına kapatılmış, kanalizasyonlara doldurulmuş ya da çöllere sürülmüş sefiller! Bu tekellerin serpilip gelişmesine olanak sağlayan emperyalist odaklar arasındaki anlaşmazlıklardan doğan –ve şimdilik taşeron ülkeler arasında çıkarılan- milyonlarca insanın ölümüne, kasaba ve köylerin yıkımına, yığınsal göçlere neden olan savaşlar da cabası. 

TARİHİN SONU MU? 

80’li yıllarda, liberalizmin büyük saldırısıyla birlikte birileri kapitalizmi „tarihin sonu“ ilan etmiş, kimi eski solcu dönekler de o koroya katılmıştı. Akıllarınca bu ekonomik sistemin insanlığın geldiği son aşama olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak bilerek sakladıkları iki gerçek var: 

Birinci gerçek, bu sistemin nihai düşmanını, işçi sınıfını ve emekçi yığınları kendi içinde barındırdığı idi... Sistemin hakimleri onlar olmaksızın üretemeyeceği için de onlarsız edemeyecekti. Emekçilerin ise bu tufeyli takımlarına hiç mi hiç ihtiyacı yoktu. 

İkincisi, bu dünyada insanlar var oldukça tarihin de süreceği idi... Tarih boyunca insalık iniş-çıkışlarla hep ilerlemedi mi? Bundan sonra da öyle olacak: Bu “düşman” örgütlenecek. Emperyalizme ve tekellere karşı savaşımı, barış ve haklar uğruna mücadeleyi genel olarak kapitalizme karşı mücadele ile birleştirmeksizin bu gidişe dur denemeyeceğinin bilincine varacak. Ve sonuçta bu sisteme son vererek kendisini felâketten kurtaracak. İnsanlık, böylece sömürüsüz, savaşsız ve adil bir toplum düzeninde, sosyalizmde gelişmesini sürdürecek! 

bottom of page