top of page

Fatih Akın'ın son filmi üzerine:

Sinemanın Oskar'ı mı,

Alman sinemasının Oskar Matzerath durumu mu?

Alman sineması, Günter Grass'ın Teneke Trampet romanının büyümeyi reddeden kahramanı Oskar Matzerath gibi, eril ama güdük kalmıştı. Balık hafızasını kendine rakip sayan Sinderalla kıvamındaki heimat filmleri, ne uzayıp ne kısalan iddiasız tatort polisiyeleri… Derken solgun Alman sinamasına gürbüz bir yönetmen doğdu: Fatih Akın.

 

Fatih Akın'ın son filmi ''Aus dem Nichts'' (Türkçe adlandırmasıyla, Paramparça) Alman polisinin göçmenlerle ilgili herhangi bir soruşturmada ilk ağızdan dile getireceği birkaç standart soru ile başlıyor: ''Eşiniz dindar mıydı? Eşiniz Kürt müydü? Eşiniz siyasi olarak aktif miydi? Eşinizin uyuşturucu ile ilişkisi var mıydı?''

 

Bombalı bir saldırıda ölen kocasının katillerinin peşine düşen Katja Şekerci‘nin (Diana Krüger) çabalarını işleyen fimin senaryosunu yazan Fatih Akın ve Hark Bohm ikilisi, „Aus dem Nichts“i, NSU davasını esas alarak kurguladıklarını açıklanmışlardı. Nitekim, Katja’nın kocasının öldüğü sahne, faşist yeraltı örgütü NSU‘nun 2004 yılında Köln’de gerçekleştirdiği ''Keupstrasse Saldırısı'' ile oldukça uyumlu. Ne var ki, esas alınan NSU davasıyla benzerlik bu kadarla kalmakta. Dava sürecinde yaşanan istihbarat skandallarının zerresi filme uğramamış!

 

Buna karşın film bağlarından arıtılmış bir dizi şablonla süslenmiş:

Katja Şekerci'nin maktül eşi Nuri (Numan Acar), dört yıl uyuşturucudan kodeste kalmıştır. Katja'ya uyuşturucu satan Nuri, daha sonradan ona aşık olmuş, içerideyken işletme okuyarak muhasebeci diploması alıp, Hamburg'un göçmeni bol bir semtinde tercüme, muhasebe bürosu, uçak bileti satan seyahat acentası karışımı bir işletme kurmuştur.

 

Göçmenlerin yoğun yaşadığı, işlek bir sokağa bomba düzenekli bir bisiklet bırakılmıştır. Beş yaşındaki oğulları Rocco'yu babasının bürosuna bırakan Katja, tesadüfen bomba düzenekli bisikleti kilitlemeden sokak lambasının direğine dayayan Neo-Nazi kadına dönerek, ''Bisikletinizi kilitlemenizi öneririm. Keza, burada çalınabilir'' der. Göçmenlerin yoğun yaşadığı yerde bisiklet ya da bir başka şeyin çalınmasının yüksek ihtimal dahilinde olduğu şablonu filmde, bir kez de eşi göçmen olan Katja tarafından dillendirilmiş olur.

 

Yardımsever başkomiserimiz, Katja Şekerci'nin evine baskın düzenletir. Katja Şekerci, kararınca uyuşturucu kullanmaktadır. Başkomiserimizin genellemeleri doğrulanmak üzere iken Katja Şekerci, ''Saldırıyı yapanlar Nazilerdi'' der. Başkomiserin ezberi bozulur gibi olur.

 

Eylemcilerin eşgali belirtilir; hayırsever bir Alman olan Jürgen Möller (Ulrich Tukur) Neo-Nazi eylemci kadının kayınpederi, oğlunu polise ihbar eder. Jürgen Möller ''Adolf Hitler fikriyatı ile uyumlu'' olmamakla birlikte, tutarlı bir anti-faşist de değildir.

 

 

Sıska Alman sinemasına gürbüz aşısı yapan Fatih akın, Alman adaletinin ard arda gelen skandallarla yaldızlarının pul pul döküldüğü siyasi bir davayı, acılı anne/eş eğreltilemesi üzerinden gayrı siyasi bir düzleme taşımış.

 

NSU davasını esas alan bir kurguda yapılabilecek en büyük saptırma, gerçekliğin içini boşaltmak olabilirdi. Fatih Akın, filmde iki kafadar Nazi ile hesaplaşırken, Nazizmin siyasal, toplumsal bağlarını es geçmiş. Böylece tam da davanın resmi yorumuna uygun bir kurguyu beyaz perdeye aktarmış. Nazizmin düzene içkin bağlarını açığa çıkartmak yerine, düzenin değirmenine su taşımış.

 

Gerçek NSU davasında üç kişiden müteşekkil olan NSU örgütü, Akın-Bohm filminde de, karı-koca kafadar bir çiftten, Andre ve Edda Möller‘den ibarettir! Yunanistan'daki Altın Şafak faşistlerinden Niko'nun ''dayanışması'' dışında, ortada örgüt falan yoktur! Fatih Akın'ın NSU davası okuması,

Katja Şekerci'nin avukatına, uluslararası faşist harekete atfen söylettiği, ''Bunlar karşılıklı olarak birbirlerini düzerler'' sözünden ibarettir.

 

Filmin ikinci bölümü olan ''Adalet''de, sıkıcı hukukî kelime oyunları, duygusuz ifadeler, kanıt tanrısına tapma ayinleri işlenirken bile Fatih Akın'ın yargısı net değildir: Mahkeme aslında işini yapmaktadır. Ne yapsındı hakim ve mahkeme heyeti? Sanıkların avukatı sıkı bir adamdı. Mahkeme heyetine şüphe tohumları ekmeyi başardı; ve onlar da beraat verdiler! Fatih Akın-Hark Bohm ikilisi burada da bize liberal masal okumaktadırlar.

 

Fatih Akın, NSU davası gibi reel sosyalizmin çözülme sonrasının en önemli anti-komünist paramiliter yapılanmasını konu edinen bir filmi, melodram yüklü bir polisiyeye dönüştürmüş olmasını ''Belgesel değil, film çektim'' diyerek açıklamaya çalışıyor. Fatih Akın-Hark Bohm ikilisinin bu filmde işlediği en büyük suç, ''sanatsal üretimin özgünlüğü'' bahanesi adına, dikkatleri düzen içerisinde güçlü bağları olan örgütlü faşist örtütlenmeden bireysel intikam ateşiyle yanıp tutuşan bir bağlama oturtmaya çalışmasıdır.

 

Fatih Akın, bu filmde acı kavramını, ''Bruce Lee'nin yumruğu gibi etkili yapıp, hedefe giden en kestirme yol'' olarak kurguladığını iddia ediyor. Sözü geçen yumruk, kendi çağına tanıklık edip taraf olmaya çalışan bir sanatçının vuruşundan ziyade, ''izleyici'' adı verilip nesneleştirilen topluma dönük algı rütuşları gibi durmaktadır.

 

BİO-ALMAN İZLEYİCİYE LİBERAL MASAL

Bir göçmen çocuğu olan Fatih Akın'ın soluksuz ve solgun Alman sinemasına en büyük katkısı, Almanya'da yaşayan göçmenlerin ''dünyası''nı Bio-Alman izleyiciye açmasıdır. “İşgücü diye ithal edilmişken insan çıkan bu varlıklar ne menem şeylerdir” diye bakan, hali vakti yerindeki orta sınıfa göçmenlerin egzantrik dünyasını sunmasıdır. Ancak bu sunum, belgesel harbiliğinde değil, oryantal tadında verilmiştir. Aslına bakılırsa, Fatih Akın'ın ilgi odağı olması burada başlar.

 

Fransız Yeni Dalga'sı gibi işe başladı Fatih Akın. Düşük bütçeli, büyük konulu filmler... Tanınmamış oyuncular... Bütünlüklü senaryo... Büyümeye direnen güdük Alman sinemasının Oskar  Matzerath'ini aşmak için kolları sıvamamış mıydı? Oysa O çıkışsızlığı, bireyciliği, kasvetli güz yağmurlarını o kadar sevdi ki, herşey tam tersine döndü: Bütçe büyüdü, konu küçüldü... Tanınmış oyuncular transfer edildi... Senaryo bütünlüğünü yitirerek, Bruce Lee'nin yumruğu gibi, izleyici avına çıktı...

 

Son söz: Sinema sanatçısı toplumsal gerçekliği elmadaki gıda gibi saklar, onu kendi bağlamında yeniden üretir. Elma olmaktan çıkartılmış bir kurguyu sanatsal yaratım diye pazarlayamaz. 

bottom of page