Barış harekatının yetersizleştiği nokta: Bir toplu cinayet mekanizması
Alper Toktimur
Bir kentin anti-komünist tarih yazımı (2)
Boran Behiç
Geçtiğimiz sayıda kapitalizmin kent mekânı üzerinden toplumsal belleğe yaptığı yoğun saldırıyı Berlin örneği üzerinden anlatmak için bir giriş yapmıştık. Kaldığımız yerden devam edelim.
Berlin’de bugün irili ufaklı toplam 150’yi aşkın noktada Berlin Duvarı üzerinden antikomünizm propagandası yapılmaktadır. Berlin’de hiç beklemediğiniz bir yerde birden karşınıza çıkan küçük bir tabela doğudaki diktatörlükten (!) batıdaki özgürlüğe kaçış hikâyelerini gözünüzün içine sokar. Berlin, Münih’ten sonra Almanya’nın turistler tarafından en çok ziyaret edilen ikinci kentidir ve Berlin’i bu kadar ilgi çekici kılan şey, bira festivali değil kentin politik tarihidir. Berlin’de tarih “kazananlar” tarafından yeniden yazılmıştır ve bu haliyle tüm dünyaya Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC) ve Duvar üzerinden komünizmin ne kadar da kötü bir şey olduğu anlatılmaktadır.
KARŞIDEVRİM KOMPLOSU
16-17 Haziran 1953’te yaşanan olaylar, bugün kanla bastırılmış halk ayaklanması olarak anlatılıyor. Kent merkezinde her sokak başında bir bilgi tabelası üzerinde insanlarla Sovyet tanklarını karşı karşıya gösteren fotoğraflar eşliğinde komünist rejime karşı, halkın gasp edilen hakları için sokağa çıkışı ve bunun kanla bastırılmasının hikâyesi yazılıyor. Berlin’in en geniş bulvarının adı “Strasse des 17. Juni” (17 Haziran Caddesi) bizim diktatör bozuntusunun, darbe girişimi sonrasında her yere “15 Temmuz” adını vermeyi nereden esinlendiği hakkında bir ipucu veriyor.
İşin aslı, ADC’de planlanan ekonomik seferberlik planı doğrultusunda bazı iş kollarında gönüllü olarak hayata geçirilmiş olan çalışma saatlerinin arttırılması uygulamasını belli iş kollarında zorunlu hale getirmek için yayınlanmış bir genelge sonrasında Karl-Marx-Allee (o zamanki adıyla Stalin-Allee) üzerindeki işçi sarayları inşaatında çalışan işçilerin bu zorunlu uygulamaya karşı iş bırakıp yürüyüşe geçmesiyle başlıyor. Sabah saatlerinde başlayan protesto yürüyüşü sonrasında hükümet bir genelge yayınlayıp zorunlu çalışma kotalarının arttırılması kararını geri çektiğini açıklıyor ve bunun duyurulması için hoparlörlü araçlar görevlendiriyor. Bu araçlardan biri işçilerin eline geçiyor ve Batı Berlin’den sabahın erken saatlerinde doğu tarafına geçen provokatörlerin de ittirmesiyle bir genel grev çağrısı yapılıyor. Daha fazla işçinin katılımıyla, çalışma kotalarının arttırılmasına karşı başlayan protesto eylemleri bir karşı devrim denemesine dönüşüyor. Halk polisinin ve hükümetin tüm açıklama ve çabalarına rağmen durdurulamayan eylemler Doğu Berlin’deki Sovyet birliklerinin müdahale etmesiyle bastırılıyor. Ertesi gün yayınlanan istatistiklerde gözaltına alınan eylemcilerin önemli bir miktarının ADC yurttaşı olmadığı Batı Berlin’den geçtiklerinin altı çiziliyor.
Albert Norden’ın tarifiyle mantar gibi türemiş Batılı gizli servisler ve Bonn hükümeti tarafından fonlanan bir dizi karşı devrimci, antikomünist örgütlerin eliyle, ADC’de tutuşturdukları her bir çiftlik, ADC işletmelerine verilen her türlü hasar, ulaşım sistemindeki her türlü sabotaj eylemi, kalifiye işçilerin, kilit uzman personelin, mühendislerin, doktorların ve bilim insanlarının ADC’yi terk etmeleri için baştan çıkarılmaları, sosyalist toplumu kaosa sürükleyerek ortadan kaldırmak için yapılmıştı; her şey denenmişti ve her şey için iyi para ödenmişti. On yıl geçmeden Federal Almanya’nın NATO’ya katılması ve kısa süre içerisinde 500 bin kişilik ordusuyla Avrupa’nın en önemli askeri gücü haline gelmesi, Batı Berlin’in sosyalizme saldırı için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmasıyla birleşince ADC’de sosyalizmi ayakta tutabilmek ve olası bir savaşı engelleyebilmek için Batı Berlin’in duvarla çevrelenmesi, tercih edilemeyecek ama kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmişti.
Bugünden bakıldığında, sosyalizmin varlığında ortaya çıkan hakların günümüze gelene kadar meydanı boş bulan sermaye tarafından nasıl yavaşça ortadan kaldırıldığını daha iyi anlıyoruz. Sosyalist bir ülkenin yurttaşı olarak günlük bir saat fazladan çalışma için sokağa çıkmak meşru bir eylem iken bugün sözleşmelerde “gerektiğinde” ücretsiz yüzde 10’luk mesai yapma zorunluluğu herkes tarafından kabul görmüş sıradan bir uygulama haline gelmiş durumda.
Kendi kaderini eline alıp, tarihi değiştirme kudretine sahip bir canlı olarak insan çok özel bir varlık; ancak bir kusuru var ki, o da unutmak! Unutmaya çok meyilliyiz. Unutturmak için özel bir çaba içerisinde olan, manipüle edilmiş bir gerçeklikte yaşayınca unutmak işten bile olmuyor. Bugün Almanya kütüphanelerinde ADC’de yazılmış herhangi bir kitabı rafta bulmak mümkün değil. Bu dönemde yazılmış olan kitaplar sistematik olarak imha ediliyor. Üniversitelerde bazı konuların araştırılması üzerinde adı konulmamış bir yasak var. İstediğiniz her konuyu araştırma özgürlüğüne sahipsiniz, ancak bazı konular üzerine çalıştığınız takdirde hocanızdan destek alamayacağınızı, ödeneklerden faydalanamayacağınızı, kadrolara kabul edilmeyeceğinizi, makalelerinizin hakemli dergilerde yer almayacağını bilmeniz gerekir. Yani kısacası o “bazı konular” hakkında yeni bir şey üretilemeyip daha önce üretilenler sümen altı edilince, bu Post-Fordist kentin sokakları sizi yeniden yazılmış tarihiyle kucaklıyor.
Bir süredir kentin her yerinde reklamları yayınlanan, kilise fonlu, kentin yeni antikomünist sergisi “Nineties Berlin” (Doksanlar Berlin) sergisi geçtiğimiz günlerde Alte Münze’de açıldı. Serginin tanıtımı, tüm toplu taşıma araçları ve reklam panolarının yanı sıra, Oberpfarr-und Dommkirche zu Berlin isimli Berlin Katedrali’ne ait bir sivil toplum kuruluşu tarafından Berlin’deki tüm turistik yerlerin tanıtımı için aylık 250 bin adet basılıp ücretsiz dağıtılan bir kitapçıkla yapılıyor. Serginin küratörlüğü kentin bir diğer antikomünist müzesi olan DDR Müzesi ekibi tarafından üstlenilmiş.
Bu ekibin içinde yer alan Dr. Stefan Wolle aynı zamanda DDR Müzesi kurucu küratörlüğü, Stasi Müzesi direktörlüğünü de üstlenmiş bir ADC yurttaşı. Her fırsatta Duvar’ın yıkılmasının ardından gerçekleştirilen Stasi Merkez Binası saldırısında ön saflarda yer almaktan duyduğu gururu dile getiriyor. Yeminli sosyalizm düşmanı tarihçimiz Dr. Wolle’nin yeni sergisi Duvar’ın yıkılmasının ardından Berlin’in sosyal, kültürel, politik olarak geçirdiği dönüşümü konu ediniyor. Sergi 1980-89 döneminin siyasi atmosferinin özetini anlatan bir multimedya salonunda başlıyor. Bu sırada duvarla ikiye bölünmüş Berlin haritasından oluşan izleme platformu ve bu platform üzerindeki duvarın farklı noktalarından çekilmiş güvenlik zonu fotoğraflarının arasından geçerek, devrik bir Lenin heykeli etrafında o döneme tanıklık etmiş bir dizi insanın röportajlarının izlenebildiği bir salona geçiyorsunuz; emekli bir Batı Berlin polisi, eski bir pop yıldızı, Doğu Berlin kökenli bir emlak yatırımcısı, gece kulübü sahipleri, 1989’dan sonra SED’in başkanlığını yapmış bir Die Linke milletvekili…
Hepsi kendi deneyimlerinden Almanya’nın sosyalist yarısının ne kadar da kötü olduğunu, diktatörlüğe karşı ayağa kalkan halkın zaferini ve sonrasında yağmaya açık bir devletin fırsatçılar tarafından nasıl işgal edildiğinin hikâyesini anlatıyorlar. Ana fikir şu: Kimse orada yaşamak istemiyordu, bir kısmı mecbur olduğu için, bir kısmı ise korktuğu için sesini çıkarmıyordu. Batı’nın tüm demokratik ve özgürlükçü atmosferi, Sovyet işbirlikçisi SED yönetiminin baskıcı rejimiyle birleşince halk ayağa kalktı ve özgürleşti.
Batı Almanya’nın savaş sonrasında ekonomik olarak hızla kalkınmasının sosyalizmin hızla yükselmesi beklenen refahı karşısında rekabet edebilmek için hayati önem taşıdığını anlayan ABD ve İngiltere’nin Marshall fonlarıyla sermayeye boğduğu ülkedeki yüksek refahın kapitalizmle mümkün olduğunu zanneden insanların, kendi elleriyle sermayenin talanına teslim ettikleri ülkelerinin üzüntü ve öfke uyandıran tarihini burada görmemiz mümkün değil. Sergi, devamında duvarın “demokrasi şehitleri” için yapılmış bir anıtla taçlanan antikomünist tarih yazımı sonrasında birleşmenin ardından Berlin’de yaşanan hızlı dönüşümü konu alıyor. Duvar’ın ortadan kalkmasıyla kentin merkezinde kalan atıl alanlar bir taraftan her türlü sanatçıyı kenti bir deney alanı olarak kullanmak üzere Berlin’e çekerken, bir taraftan da uyanık yatırımcıların iştahını kabartıyor. Ancak bir gecede işsiz kalmış yüzbinlerce Doğu Berlinli’nin kısa süre içinde kendi evlerinde, kendi kentlerinde işgalci konumuna düşmesinden bu sergide elbette söz edilmiyor. Sergi, sonunda hediyelik eşya mağazasında 14,95 avroya satılan ve Berlin Duvarı’na ait olduğu iddia edilen beton parçalarıyla sizi uğurluyor.
ARALIKSIZ SALDIRININ NEDENİ
Peki, kapitalizm elde ettiği bu geçici zafere rağmen, neden hâlâ aklımıza saldırmaya devam ediyor, neden ısrarla tarihten sosyalizme dair iyi ve güzel ne varsa silmek için bunca yatırım yapıyor?
Kuşkusuz sosyalizmin yirminci yüzyıla ve sermaye iktidarlığına vurduğu damganın acısının hala geçmemiş olması birinci sıraya yazılabilir ancak, gerçekten bu telaşın ve öfkenin arkasındaki nedeni anlamak için sosyalizmin yaptıklarına değil, kapitalizmin 30 yıldır dünyayı domine eden ekonomik ve toplumsal yaşam biçimi olmasına rağmen yaptıklarına (yapamadıklarına) bakmak gerekiyor. Kapitalizm, krizlerin sistemine içkin olduğu bir ekonomik düzendir ve sosyalizmin çözülüşünden sonra 30 yıl içerisinde dört kez küresel olarak krize girmiştir; beşincisi kapıdadır. Yıllar içinde defalarca küresel büyüme rekorları kırılmış olmasına rağmen dünya halklarının alım gücü sistematik olarak düşmektedir. Savaşların sorumlusu olarak gösterilen sosyalist blokun yokluğunda geçen 30 yılda dünya emekçileri sayısız bölgesel savaş ve iç savaşta cephelere sürülmüş ve sınıfdaşlarını boğazlamaya zorlanmıştır; hem de kendi parasıyla kendisini koruması için alınan silahlarla! Üçüncüsünün çıkmamasını reel sosyalizme borçluyken, insanlık şimdilerde yeni bir dünya savaşına emperyalizm eliyle sürüklenmektedir.
Tüm bunlar bir araya geldiğinde büyük insanlığın ayağa kalktığı bir anda eşitliğin, özgürlüğün ve barışın aklına düşmesinden sermaye düzeninin ödü kopmaktadır ve sosyalizmin tüm izlerini büyük bir hırsla silme çabası buradan kaynaklanmaktadır. Elinizde tutuğunuz bu dergi ise ayağa kalkmaya karar verdiğiniz anda yanı başınızda bulacağınız güvenilir dostlarınızın size en doğrudan çağrısıdır: Haydi kalk ayağa!
Anti-komünizm ve duvar sonrası fırsatlar kenti miti
DDR Müzesi deyince bir parantez açmak gerek: Müzenin yaklaşık 250 bin adet ADC’ye ait eşya ve dökümandan oluşan bir koleksiyonu var. Müzenin kuruluş amacı ortalama bir ADC yurttaşının günlük hayatını ziyaretçilere resmetmek, sözde diktatörlüğün günlük hayata etkisini aktarmak ve düzene karşı geldiğinizde başınıza gelecekleri anlatmak, ADC’nin sözde diktatörlük deneyiminin unutulmamasını sağlamak. DDR Müzesi’nin mevcut direktörü olan Gordon Freiherr von Godin’in hayat hikâyesi düzenin nasıl çalıştığına çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Godin (eski adıyla Gordon Tscheschner ) ADC’de 1970 yılında doğmuş bir genç. Marangoz olmaya karar verdiği sırada henüz 19 yaşındayken Duvar yıkılıyor ve bu yeni durumdan nasıl faydalanabileceğini düşünürken kendini otelcilik ve turizm sektöründe buluyor. Burada kariyer basamaklarında hızla yükseldikten sonra Berlin’in emlak milyarderi ailelerinden birinin kızıyla evleniyor ve eşinin soyadını alıyor. Gordon Freiherr von Godin çok geçmeden DDR Müzesi ana yatırımcısı kayınbiraderi tarafından Dr. Wolle’nin yerine müze direktörlüğüne getiriliyor. ADC’de doğup büyümüş Tscheschner’den antikomünist müze direktörlüğüne giden bir kariyer serüveni, Berlin’in 89 sonrası fırsatlar kenti mitine çok uygun!