Barış harekatının yetersizleştiği nokta: Bir toplu cinayet mekanizması
Alper Toktimur
1968’den 50 yıl sonra:
ULVİ OĞUZ’LA SÖYLEŞİ
Cemil Fuat Hendek
Sadece Türkiye’yi değil, dünyanın birçok ülkesini sarsan ve giderek efsaneleşen “68 Hareketi”nin 50. Yılında, Türkiye Komünist Partisi üyelerinden Ulvi Oğuz’la bir söyleşi yaptık. Ulvi Oğuz birinci Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi olmasının yanısıra, TKP’nin 1973 Atılımı ile yeniden örgütlenmeye başlamasında aktif rol almış ve MK üyesi olan bir komünist. Ulvi Oğuz aynı zamanda, günümüz Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluş toplantısında hazır bulunmuş ve kısa süre sonra da parti saflarına katılarak mücadelesini sürdürmüş bir yoldaşımız.
Dergi: Ulvi yoldaş, sen de 68 kuşağından gelen bir yoldaşımızsın. Ancak o yıllarda kendisini gösteren öğrenci hareketinden değil, işçi sınıfı saflarından geliyorsun. Öncelikle, bize 1960 başlarında politikaya nasıl ilgi duyduğunu ve mücadeleye katıldığını kısaca anlatır mısın?
Ulvi Oğuz: Evet, 20’li yaşlarımın başındaydım. Yetiştiğim çevre maden işçilerinin yoğun olduğu bir yerdi. Babam, yeraltına inmeyen, ama kullanılan malzemelerin verildiği bir ambarda ambar memuru olarak çalışıyordu. Semtin adı “Üzülmez”di. İlkokulu Üzülmez Özel İlkokulu’nda okudum. Sonra Sanat Enstitüsü'nde madencilik bölümünde okudum. O bölümde bir tür maden teknisyenliği eğitimi verilirdi. Madende çalışmaya başladığımda 17 nci yaşımdaydım. (Mahkeme kararı ile yaşımı bir yıl büyüttük, 18 oldu. Yasa gereği böylece yerine getirildi.) Görevim Kilimli Ocağı’nda emniyet nezaretçiliğiydi. Gencecik bir insan, kocaman maden ocağının emniyetinden sorumluydum. Çok büyük bir sorumluluktu benim yaşımda bir çocuk için. Daha sonraki yıllarda madende üretim alanlarında da çalıştım. İşimi seviyordum ve sanıyorum işinde iyi bir nezaretçiydim.
Süreç içinde sınıf bilincim gelişmeye başladı. Bunda, ikamet ettiğimiz Aydıntepe mahallesinde komşumuz Hopalı marangoz Abdullah amcamın da etkisi büyüktür. Bizim Radyo'nun sadık bir dinleyicisiydi. İkimiz radyoya kulaklarımızı dayar nefes almadan dinlemeye çalışırdık. Radyo yayınlarında işçi sınıfından, sömürüden, burjuvaziden, zenginlerden, devleti kimlerin yönettiğinden söz ediliyordu. Bunlar o güne kadar hiç duymadığım şeylerdi ve çok hoşuma gidiyordu. Fakat, bu söylenenlerin nasıl hayata geçirileceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Kafamda canlandıramıyordum. Bir gün, Ankara'dan gelen, Abdullah amcamın damadı Sami ağabey kafamdaki bu sorunun yanıtını verdi: Parti!
Kilimli ocağında bir süre çalıştıktan sonra İstanbul'da Gazetecilik ve Teknikum Yüksek Okulu'na başladım. O yıllarda sıklıkla okuldan çıkıp Taksim'e yürüyüşe çıkardık. Okulun talebe birliği başkanı önde, biz arkada slogan ata ata yürürdük. 27 Mayıs sonrası olduğu için “ordu millet el ele” sloganı en tutulan slogandı. İkinci sınıfta Almanya'ya gitmek için okulu bıraktım ve askere gittim. Topoğrafya ve jeoloji eğitimi aldığım için Tümen Harekat Şubesi’nde harita ve harekat krokileri ile ilgili odada çalışıyordum. Her gün düzenli gazete gelirdi. Çetin Altan “Taş” isimli bir köşede yazardı; benim en düzenli okuduğum yazardı. Askerliğimi bitirdikten sonra Zonguldak'a döndüm ve madende çalışmaya başladım. Artık TİP'i (Türkiye İşçi Partisi) biliyordum ve hemen katılıp çalışmalara aktif olarak başladım. İl yönetiminden Ahmet Hamdi Dinler benimle çok yakından ilgileniyordu. Ondan çok şey öğrendim. Benim ilk öğretmenimdi. Madende çalıştığım sürede il yönetiminin çıkardığı “Sömürücüye Yumruk” gazetesini işçilere dağıtıyor ve onlara işçi iktidarını, sosyalizmi anlatıyordum. Görevim gereği bölümün her yerini dolaşmak zorunda olduğum için çok geniş bir işçi grubuna ulaşma olanağım vardı.
Bir süre sonra işçiler primlerinin eksik ödendiği gerekçesiyle direniş başlattılar. Onlarla görüştüm ne yapmaları gerektiğini falan anlattım. Yönetim bunu haber alınca işten atıldım. Tam o günlerde Almanya'dan istek kağıtlarım geldi; birkaç hafta sonra da Almanya'nın yolunu tuttum. Yıl 1967. Stuttgart yakınlarında Göppingen isimli kente yerleştim. Kafamda her şeyden önce “Sömürücüye Yumruk” dergisini dağıtabilmek ve örgütlenmeye girişmek vardı. Sonrası, işçi dernekleri kurma, ATTF (Avrupa Türk Toplumcular Federasyonu) çalışmaları... Daha sonrası parti işçiliği.. Türkiye'de il komiteleri kurma çalışmaları, il sekreterliği, yöre sekreterliği ve Merkez Komite üyeliği görevleri. 12 Eylül sonrası, ceza yasasının 141/1 maddesinden 16 yıl ceza. Ankara Mamak'ta tecritte 4 metrekare bir hücrede 6 yıl mapusluk. Sonrasında Londra'da 5 yıl siyasi göçmenlik. 141-142 nci maddelerin kaldırılması sonrası eşim Billur ve oğlum Mustafa Tan’la Türkiye'ye dönüş. Tekrar siyasi faaliyete dönme ve partim TKP'de görev üstlenme...
Dergi: Sen Almanya ve İngiltere’yi de yakından tanıyorsun. Onun için, Türkiye’ye gelmeden önce, diğer ülkelere bakalım: 68 kuşağı denince akla öncelikle Fransa ve Almanya’da yükselen öğrenci hareketleri, ardından da onun bir uzantısı olarak özellikle ABD’de yükselen Vietnam Savaşı karşıtı mücadele geliyor. Bu dönemde o ülkelerde işçi sınıfının durumu neydi?
Ulvi Oğuz: O yıllardaki öğrenci hareketi ile ilgili ancak bu günlerdeki bakışımla bir değerlendirme yapabiliyorum. O günlerde bilinç düzeyim sözü edilen hareketleri derinlemesine yorumlayabilmek için yeterli değildi. Fakat şunu söyleyebilirim, öğrenci hareketlerine pek sıcak bakmıyordum. O hareketlenmenin ardından öyle pek ciddi şeylerin çıkmayacağını görebiliyordum. Benim için varsa yoksa işçi sınıfıydı. Önemli olan işçi sınıfının örgütlenmesiydi. Almanya'ya gidişimden çok kısa bir süre sonra ablam Süheyla ile beraber çalıştığım yerde Bruno Kessler adında bir Alman işçi ile tanıştım. O sıralarda yasaklı olan Almanya Komünist Partisi (KPD) üyesiydi. Onunla birlikte bazı toplantılarına katılmaya başladım 1967-1968 yıllarıydı. Komünistler 1968’de yeni baştan Alman Komünist Partisi (DKP) adı altında yasal bir parti kurduktan sonra, toplantılar bu parti çatısı altında devam etti.
Onlar da kabaran gençlik hareketine dikkatli yaklaşıyorlardı. Üyelerin çoğu Nazi Almanyası'nda illegal çalışmış ve nazizmin toplama kamplarında kalmış komünistlerdi. Almancamı da bu arada ilerletmiş, konuşmalara katılmaya başlamıştım. Almanya'da gençlik içinden önemli öncü gençler çıkmış olmasına karşın, işçi sınıfı içinde ciddi bir kabul görmemişlerdi. Güçlü işçi sendikaları sosyal demokrat siyasi çizgide yerlerini almışlardı ve bunun dışındaki hareketlerle ciddi bir iletişimleri yoktu. 68 Prag Baharı denilen Dubçek ihaneti sırasında DKP Varşova Paktı ülkelerinin Çekoslovakya müdahalesini destekledi, Sovyetler Birliği'nin yanında yer aldı. Ben de onlar gibi düşünüyordum ve böylece TİP'den ayrılıp Prag'a Bilim ve Sosyalizm (Yeniçağ) adresine mektup yazdım, görüşmek istediğimi bildirdim. Çok kısa bir süre sonra Zeki Baştımar (Yakup Demir) yoldaş Doğu Berlin'e gelip kendisi ile görüşmemi istedi. 1969 sonu 1970 başıydı, böylece ben de artık Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesiydim.
Vietnam savaşı ve aynı zamanda ABD emperyalizmi karşıtı mücadele, gençlik hareketlerinin de içinde yer almasına karşın onların başı çektiği bir hareket değildi. Çok geniş halk kesimleri tarafından destek görüyordu. Savaş ve ABD karşıtı yürüyüş ve mitingler genellikle sendikaların ve komünistlerin desteğinde yürütülüyordu. Gene böyle bir mitingde bizler Stuttgart'ta “hoşt Amerika, puşt Amerika” diye slogan atıyorduk. Alman katılımcıların slogandaki ses uyumu dikkatini çekmiş, anlamını sordular. Biz de anlattık. Artık onlar da bizimle birlikte aynı sloganı atıyorlardı.
Dergi: Sence, Türkiye’de de Avrupa ile aynı dönemde yükselen öğrenci-gençlik ağırlıklı “68 hareketi”nin genel siyasal karakteri üzerine ne söylenebilir?
Ulvi Oğuz: Büyük çoğunluğumuz o dönemde bilinçlendik. Sınıf savaşına katıldık. Örneğin ben, bu savaşa katılmakla hayatımın en doğru ve güzel şeyini yaptım. Türkiye'de gençlik hareketi denince akla ilk Dev-Genç gelir. Oysa durum böyle değildi. Ben kişisel olarak bu hareketler içinde hiç bulunmadım. Aslında hiç ilgimi çekmedi desem yeridir. Sadece İstanbul'da öğrencilik yıllarımda katıldığım ve genellikle 27 Mayıs’ı destekleyen miting ve yürüyüşlerdir. Yükselen gençlik hareketleri, gençliğin bir kesimini mücadele saflarına çekmiş ve onları cesaretlendirmiştir. Bu bence doğrudur. Ama o kadarda kalmıştır. Gençlik içinde bir son hedef kavramı, fikri yoktu. Devrim tamam, fakat sonrası ne olacak? Hedef, ABD emperyalizmini yenmek ve ülkeden kovmak. Tam bağımsız, demokratik bir ülke olmak. Sonra? Sonrası pek belli değildi. Sonrası, anti emperyalist, Kemalist bir yönetim ve 27 Mayıs ile başlayan gelişimi daha da ileriye götürmek mi olacaktı, yoksa sosyalist bir yönetim mi hedefleniyordu? Durum ilk düşüncenin daha ağır basacağı yönündeydi. Gençliğin belli bir kesiminde sosyalizm önemliydi, bir hedefti, fakat oraya nasıl varılacağı konusunda kafalar net değildi. Gençlik hareketi, kendi içinde bölünmelerle ufak guruplar haline gelmeye başladı. O yıllarda ben Almanya'da olduğum için bu olanlar hakkında detaylı bir bilgi biriktiremedim. Fakat şunu söyleyebilirim: Öğrenci gençlik hareketi başından sonuna bir devrimci demokrat hareket olarak başladı ve öyle devam etti. Bu bir eleştiri değil bir tespittir.
Genellikle 68 dönemi olarak tanımlanan dönemde, ideolojik duruşu ve politik önermeleriyle siyasetin önünü açacak, harekete öncülük edebilecek parti TİP olmalıydı. Ama olamadı. Toplumsal koşullar ve parti böylesi bir gelişme için hazır değildi ve gençlik yapısı gereği yatay bir siyasal örgütlenmeyi de, işçi sınıfının harekete katılmasını ve öncülüğünü de bekleyemedi. Öncü savaş başlatmayı uygun gördü. Gençlik içindeki ayrışma, silahlı mücadeleye yönelme, dolayısı ile illegal örgütlenmeyi öne çıkardı. Devlet yani polis terörü, arkasından gelen 12 Mart muhtırası, gençlik hareketini önemli ölçüde sona erdirdi. 60'ların sonu ve 70'lerin başında oluşan siyasi ortam bir çok açıdan TKP'nin yeniden örgütlenme şansının önünü açmıştı.
60'lı yılların sonuna doğru ve 70'lerin başlarında TKP önüne yeni görevler koydu. Böylece yeniden örgütlenmek ve dolayısı ile sınıfın öncü partisi olmak hedefi partinin önüne konuldu. Zeki Baştımar yoldaş TKP'nin yeniden örgütlenmesi konusunda çok istekliydi. Yeni, genç parti kadroları yetiştirmek için parti okulu Bulgaristan partisinin desteği ile Sofya'da hayata geçirildi. TKP'nin sınıf içinde, yığınlar arasında örgütlenebilmesine yönelik çalışmalara başlamak için Avrupa ülkelerinde özellikle Almanya'da çalışmakta olan Türkiye'den gelme işçilerin bir şekilde örgütlenmesi kilit olma özelliğindeydi. Bu amaçla Almanya'nın değişik kentlerinde işçi dernekleri kurulmasına başlandı. Önceden var olan ATTF (Avrupa Türk Toplumcular Federasyonu) yönetim değişikliği yapılarak aktif hale getirildi. Partiye yeni kadrolar yetiştirilmesi amacıyla ilk olarak 1972 yılında Bulgaristan'a öğrenci gönderildi. Bunun yanında, Almanya'da kurulan işçi derneklerinde Bilimsel Sosyalizmi anlatmak için seminerler düzenlendi. Aslında amaç, Almanya'da ve diğer Avrupa ülkelerinde sınıf bilinci alan işçilerin Türkiye'ye dönerek sendikalarda ve siyasi çalışmalarda, TKP'nin yeniden örgütlenmesinde etkin rol almasıydı. Ne yazık ki, parti bu alanda başarılı olamadı. Çok az sayıda parti üyesi, Türkiye'ye partide çalışma amacıyla dönüş yapabildi.
Almanya'da bu çalışmaların yürütüldüğü dönemde, Türkiye'de işçiler sendikalarda örgütlenmeye başlamış, öğrenci hareketlerinin de etkisiyle genel olarak halk katmanlarında kabaran hoşnutsuzluk, işçi sendikalarını günlük yaşamda da daha aktif bir örgütlenme unsuru olarak ortaya çıkarmıştı. Hemen hemen her yerde dernekler kuruluyor, insanlar bir şekilde örgütleniyor, toplu olarak hareket ediyorlardı. Köylü dernekleri ve kooperatifler yaygınlaşıyor, köy dernekleri işçi grevlerini ürünleri ile destekliyordu. İşçi grevleri mahalle, semt ve kentte yaşayan insanlar tarafından destekleniyordu. 15-16 Haziran işçi yürüyüşü işçiler arasında cesaret yayan bir olaydı. DGM'lere (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) karşı protestolar, kazanılan başarı, metal işçilerinin MESS'e karşı direniş ve eylemleri geniş halk kitleleri tarafından ciddi destek görüyordu. İşçi sınıfı grev, direniş ve eylemleri ile pratikte, mücadelenin öncüsü haline gelmişti. Grev yerleri, grev çadırları bayram yeri gibi, cıvıl cıvıl oluyordu. TKP'nin kitle örgütleri İlerici Kadınlar Derneği (İKD) ve İlerici Gençler Derneği (İGD) büyük çaba ile grevcilerin yanında yer alıyor, İGD “gençliğin yolu işçi sınıfının yoludur” şiarı ile işçi sınıfının mücadele öncülüğünü savunuyordu. TKP tüm bu ortam içinde kıpırdanıyor, hızla yeni yeni örgütler kuruluyor, sol siyaset içinde dikkat çekici bir odak olmaya başlıyordu. O yıllarda bizlerin yani TKP'lilerin yanlış yaptığı işler de, başarı ile yürüttüğü işler de oldu. Fakat en büyük başarı, TKP'nin o dönemdeki Türkiye politik yaşamında yerinin silinemez bir şekilde güçlendirilmesidir.
70'lerin ortalarından başlayarak, 60'lı ve 70'li yılların başındaki kabarma gerilemeye başlamıştı. Dalga geri çekiliyordu. İşçi grevlerinde duraklama, kitle eylemelerinde coşkusuzluk görülmeye başlamıştı. Derken sıkıyönetimler arkasından gelen 12 Eylül faşist darbe.
Dergi: Biraz daha günümüze yaklaşırsak... 70’lerin ikinci yarısında da benzer bir durum oluşmadı mı? Üstelik işçi sınıfının daha bilinçli ve giderek siyasal karakter kazanmakta olan bir hareketlenmesi vardı. (''DGM’yi ezdik, sıra MESS’de” gibi sloganları anımsıyoruz.) Sonra ne oldu? Daha açık soralım, 12 Eylül faşist darbesi, iddia edildiği gibi o dönemde yükselen şiddete mi, yoksa aslen işçi sınıfı hareketine karşı mı yapıldı? Aynı iddiayı 12 Mart darbesi için de ileri sürebilir miyiz?
Ulvi Oğuz: Burjuvazinin topyekün saldırısının nedenlerini kategorize etmenin çok doğru olmadığını düşünüyorum. 12 Mart muhtırası bence 27 Mayıs’a karşı, palazlanan burjuvazinin, Türkiye gericiliğinin bir cevabıydı. Sıkı yönetim veya başka yollarla gençlik hareketlerinin sonlandırılması olabilirdi. Darbe yapmadan da bu işlerin üstesinden gelebileceklerini gören burjuvazi ve gericilik, bir muhtıra, görünüşte sivil iktidar, olağan üstü mahkemeler ile fazla da iç ve dış tepki almadan üstesinden geleceklerini düşündüler.
12 Eylül çok farklı bir ortamda gündeme geldi. Ülkenin ekonomik sistemi değişecek, o güne kadar yürütülen sistem tamamen kaldırılıp, Serbest Pazar Ekonomisi yerleştirilecekti. Bu, halkın çok ciddi şekilde yoksullaşacağı, çalışma yaşamının kölelik standartlarına varacağı, toplum yaşamının çekilmez hale geleceği anlamına geliyordu.
24 Ocak kararlarının hayata geçirilebilmesi ancak, sendikaların susturulduğu, tamamen işlevsiz kılındığı, halkın yükselen örgütlü yapısının tamamen ortadan kaldırıldığı bir ortamda mümkün olabilirdi. 12 Eylül silahların susması için değil, işçi sınıfının, emekçi halkın, susturulması, direncinin kırılması için yapılmıştı. 12 Mart muhtırası öncesinde, emekçi halkın örgütlülük durumu ve özellikle sendikal örgütlenme 70'li yıllardaki kadar yükselmemişdi. Her şeye rağmen burjuvazi yeni 15-16 Haziranlar yaşamayı göze alamazdı.
12 Eylülcü faşistlerin, “her gün insanlar ölüyordu, evden çıkanlar helalleşip gidiyorlardı” palavraları, 12 Eylül darbesinin sosudur. O günkü ortam, silahlar, bombalamalar tamamen devletin kontrolündeydi. Daha sonraları darbeciler kendileri bunu itiraf ettiler. Darbenin hemen ertesinde, aniden silahların susması, hiçbir yerde bomba patlamamasını başka türlü açıklamak mümkün değil. Tam tersine, o günlerde, hemen, halkın üzerinde ekonomik terör estirilmeye başlandı. Yani 12 Eylül tam da bir faşist darbeydi. Burjuvazinin kesin egemenliğini sağlamak için hayata geçirilmişti.
Dergi: Madem yaklaştık, o zaman günümüze gelelim. Geçtiğimiz aylarda TKP örgütlenme politikasını “Parti işçilere, işçiler partiye!” sloganıyla duyurdu. Bunu 2018 Konferansı’nda da onayladı. Ne var ki, işçi sınıfı arasında şimdilerde o dönemlere benzer bir yükseliş görünmüyor. Parti bunu nasıl başaracak?
Ulvi Oğuz: Che tarafından söylendiği kabul edilen bir söz var, “Gerçekçi ol, imkansızı iste”. Biz komünistler gerçekçiyiz, fakat imkansız bir şeyi istemiyoruz. Bizler tarihin akışına bakıyoruz ve ona yön vermek istiyoruz. Sadece akışı seyredip yorum yapsak, bu isteğimiz romantik gelebilir, oysa biz akışı değiştirmek istiyoruz. Evet zor olanı seçiyoruz. Bu seçimimiz rast gele bir seçim değil. Bu rezil, kıyıcı, insan doğasına aykırı kapitalist sistem kesinlikle sona ermek zorundadır. Sona ermesi de bu sistemden en çok zarar gören, etkilenen ve aynı zamanda, toplu olarak birarada çalışan, en önemlisi de yaşamı yaratan, her şeyin değerini belirleyen ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan sınıf, işçi sınıfı bu sistemi alaşağı edebilir.
2018 konferansımızda sadece bu vurgulanmadı. Yeni kararlar alındı. Örgütlenme konusunda alınan kararlar bu çalışmalarımızın önünü açacak nitelikte kararlardır. Eğer, yoldaşlarımız bu kararları özümseyip, çalışmalarını bunlara göre planlarsa, kısa zamanda sonuçlar ortaya çıkacaktır.
Evet işçi sınıfı içinde 60 ve 70 li yıllardaki hareketlilik yok gibi görünüyor. Doğru. Fakat bir doğru daha var. O günün ne zaman geleceği bilinemez. Hiç kimse, eksiğiyle yanlışıyla 2014 Gezi kalkışmasının bu kadar geniş alana yayılacağını, milyonlarca insanı harekete geçireceğini bir hafta öncesinden bile bilemezdi.
Bizler her zaman, her şeye hazırlıklı olmak zorundayız. Ve mutlaka başaracağız.