top of page
  • Grey Twitter Icon
  • Grey Facebook Icon

Sosyalizmin kuruluşunun

101. Yılında

Devrim ve karşıdevrim

Orhan Gökdemir

1789’da patlayan devrimci fırtına 1793’te gücünü kaybetmiş görünüyordu. Her şeye rağmen 1804’e kadar etkisini sürdürdü; birinci cumhuriyettir. 1848’de fırtına yeniden patladı, ikinci cumhuriyetin açılışıdır. İkinci fırtınanın her şeyi silip süpüreceği sanılırken dört yıl sonra, 1852’de ikinci cumhuriyet de bir şarlatan tarafından tepelendi ve imparatorluk yeniden ihya edildi. Her şey güllük gülistanlık oldu sanılırken 1871’de yeniden patlak verdi, alt sınıflar ayaklandı, üçüncü cumhuriyettir. Demek ki cumhuriyet ile 1789, 1848 ve 1871 arasında bir bağ var. Cumhuriyet dediğimiz vakanın esası Büyük Fransız Devrimi, 1848 İşçi Devrimleri ve Paris Komünüdür.

Şimdi görüyoruz, cumhuriyet kurmakla devrim yapmak bir ve aynı şeydir. Kurarız, gelip yıkarlar, kalkıp yine kurarız, iyi kurarız. Esası sınıf mücadelesidir. 

“Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” Engels’in nefis bir devrim analizi ile başlıyor. Cumhuriyet teorisine giriş de sayabiliriz. Şöyledir: “Bugüne kadarki tüm devrimler, belirli bir sınıf egemenliğinin yerini bir başkasının almasıyla sonuçlandı; ancak, bugüne kadarki tüm egemen sınıflar, hükmedilen halk yığınları karşısında yalnızca küçük birer azınlıktı. Hükmeden bir egemen azınlık bu şekilde devriliyor, bir başka azınlık onun yerine devlet iktidarını ele geçiriyor ve devlet kurumlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendiriyordu.” Yani? Aslında sosyalist devrimlere kadar bütün devrimler birer azınlık devrimiydi. Çoğunluk bu devrimlere katıldığında bile bunu bilerek veya bilmeyerek, bir azınlığın çıkarlarına hizmet edecek şekilde yapıyordu. Böylece azınlık da tüm halkın temsilcisi gibi görünebiliyordu. 

Şöyle devam ediyor: Zafer kazanan azınlık ilk büyük başarısının ardından bölünüyordu. Azınlığın bir yarısı elde edilen kazanımları yeterli bulurken, diğer yarısı daha ileri gitmek istiyor, en azından kısmen büyük halk yığınının gerçek ya da görünürdeki çıkarlarını da yansıtan yeni talepler ileri sürüyordu. Burada, “sosyal demokrasinin” kaynaklarını teşhis edebiliyoruz. Gerçekte azınlık devriminin bir parçası olmakla birlikte, bir konjonktür süresince büyük halk yığınlarının çıkarlarını yansıtmak… 

Peki, çoğunluk devrimi neden hep azınlıkta kalıyor? Soruyu Engels formüle ediyor. Bu büyük halk yığınları azınlıklar tarafından kandırılıp bu kadar kolayca mobilize edilebiliyorken, kendi çıkarlarını savunan fikirlerin peşine neden takılmasın? Ekleyelim; Bu yığınları sosyalist-komünist fikirlere ikna etmek, kendi aleyhlerine olan durumlara ikna etmekten neden daha zor olsun?

Marx sorunun cevabına şöyle bir giriş yapıyor: “Devrimci ilerleme, kendi yolunu, dolaysız trajikomik başarılarıyla değil, tam tersine birleşik, güçlü bir karşı-devrim yaratarak, bir düşman yaratarak açtı; yıkıcı parti, ancak bu düşmanla mücadele içinde olgunlaşarak gerçek bir devrimci partiye dönüşebildi.“

Daha açık ne söylenebilir ki? Şimdi birleşik, güçlü bir karşı devrimle karşı karşıyayız. Mücadele içinde olgunlaşarak dönüşeceğiz. Demek ki devrim tarihimiz içinde karşıdevrim tarihi önemli bir yer kaplıyor. Şimdi karşıdevrim tarihi içindeyiz.

Fakat karşı devrimlerin de geçmişte örnekleri var. Devrim varsa, karşı devrim de vardır.

Fransa’da devrimler çağı 1871’de Paris Komününün yenilişi ile kapanmış görünüyordu. Böylece kıta Avrupa’sı da derin bir nefes aldı. Tarihçiler 1871’i takip eden 30 yılı “la belle epoque” (ayrıcalıklı çağ) olarak tanımlayacaktır. Paris’te, Komüncülerinin cesetleri üzerinde başlamıştır ve Avrupa’nın önde gelen şehirlerine yayılmıştır. Burjuvazi savaşı kazandığına, işçi sınıfını dizginlediğine inanmıştır. Lüks bir hayat sürmeye, güzelliği kovalamaya başlamıştır. 1. Dünya Savaşıyla kesilene kadar süren bir üst sınıf rüyasıdır. Karşı devrimdir.

KÜÇÜK DEVRİMLER BÜYÜK DEVRİMLERE AÇILIR

Hâlbuki en parlak döneminde ayrıcalıklı çağın kapanmak üzerine olduğuna değin pek çok işaretler ortaya çıkmıştı. 1900’lü yılların ilk on yılı kıp kıpırdı. Rus Çarı, Osmanlı Sultanı ve İran Şahı’nın ayaklarının altındaki toprak kayıp gidiyordu. Üzerine çullandıkları ülkelerini yönetmek için ellerinde baskıdan, zulümden başka bir enstrüman kalmamıştı. Her yanda ezilenlerin homurtuları duyuluyordu. Rus-Japon savaşında Rusya’nın aldığı ağır yenilgi ayaklanmanın fitilini ateşlemeye yetti. Üstüne bir de yürüyen işçilerin üzerine ateş açılınca zaten kaynayan Moskova ve Petersburg sokakları alev aldı. 1905 devrimi başlamıştı.

Rusya ile aynı zamanda Tahran sokakları da hareketlidir. İsyan kısa zamanda başka kentlere yayılacak, Muzafereddin Şah, sokağın baskısına daha fazla dayanamayarak Kanun-i Esasi’nin ilanını kabul edecektir. 1905 Devrimini takip eden "I906 Meşrutiyeti" ile İran halkı 2500 yıllık mutlak bir monarşiyi alaşağı etmiştir.

Devrim, Rusya ve İngiltere’nin İran’ı aralarında paylaşma planının da açığa çıkmasına neden oldu. Plan İran’ı iki nüfuz bölgesine ayırıyor, ülkenin güney doğusu İngiltere'nin, kuzey kısmı ve Azerbaycan Rusya'nın nüfuzu altına bırakılıyordu. İranlılara ortada tarafsız bir bölge bahşedilmişti. Ne kadar tanıdık değil mi?

İran ve Rusya’daki küçük devrimlerle bizim “Hürriyet” devrimimiz arasında 3 yıl gibi kısa bir süre var. Aynı rüzgârdır. Moskova ve Tahran’daki bu büyük dalgalar sonunda gidip İstanbul ve Selanik kıyılarına vurduğunda tarih 1908’di. Selanik’te devrimciler hürriyet şarkıları söylüyor, İstanbul’da kalabalıklar “kahrolsun istibdat” diye yürüyordu. Osmanlıda da meşrutiyet ilan edilmiştir.

İran ve Türkiye’deki olayları izleyen Lenin, “Türk Devrimi”ni büyük bir hararetle selamlıyor, devrime karşı cephe almış olan ve başını Rusya’nın çektiği karşı devrim koalisyonunu kınıyordu. Yazdıklarına göre, 1908 Devrimi koalisyonun İran gibi Türkiye’yi paylaşma planlarını da akamete uğratmıştı. Demek İran’ı ve Türkiye’yi ayakta tutan meşrutiyet devrimleridir. Biri yıkılabilseydi, belki öbürü de yıkılabilirdi ama devrime tutunmuşlar, yıkılmamışlardır.

1905, 1906 ve 1908 demek ki “la belle epoque”in bitiş çanıdır. Avrupa burjuvazisinin tahtı Doğudaki devrimlerle sarsılmaktadır. Kaldı ki içleri de eskisi gibi rahat değildir. Avrupa’nın her yerinde işçi sınıfının ayak sesleri işitilmektedir. 

 

DEVRİMSİZ DEVRİM

Osmanlı ve Rus İmparatorluğuna döneriz. Ancak kısa bir İran molasına ihtiyaç var. 1900’lü yılların ilk on yılında devrimci rüzgârlara dayanıp ayakta kalabilmiş tek monarşi İran’dadır. Yıkılmayan yolunu bulur. Rıza Şah Pehlevi İran’ın köklü bir ailesine mensuptu. Babası Albay Ali Han'ın ölümünden sonra Tahran'a giderek Rusların kontrolündeki bir İran askeri birliğine yazıldı. Kısa sürede yükseldi. Ordu içindeki genç ve ileri unsurları örgütleyerek 1921'de 1200 kişilik bir kuvvetle Tahran'ı ele geçirdi. Önce ordunun başına, sonra savaş bakanlığı koltuğuna oturdu. 1923'de başbakan oldu. Çağrılara karşı Avrupa’dan dönmeyi reddeden Ahmet Şah'ın 1925'te tahtan indirilmesinden sonra toplanan kurucu mecliste yeni şah olarak seçildi. Taç giyen Rıza Şah başbakanlığı sırasında başlattığı reformları sürdürdü. 1928'te yabancı devletlerle imzalanmış tek yanlı anlaşma ve sözleşmeleri bozarak bütün ayrıcalıklara son verdi. Trans İran demiryolunu inşa ederek büyük kentlerin birbirine bağlanmasını sağladı. Kadınlara bazı haklar sağlayarak çarşaf giymelerini yasakladı. Bankaları ve ulaşım sistemini millileştirdi. Okullar, yollar, hastaneler yaptırdı. İlk Üniversiteyi kurdu. İran yolunu bulmuştu. Devrimsiz bir devrimdir.

 

SOVYETLER İKTİDARDA

Türkiye’de, 1908’de karanlık birden bire dağılmış görünüyordu. Temmuzun son günlerinde sıkışan sultan 30 yıl önce rafa kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koyacağını ilan etti. Ansızın hürriyet geldi!

Fakat bu iyileşme beklentisi 10 yıl içinde bütünüyle dağılacak, ülke parçalanmanın eşiğine gelecekti. 1908 ile 1918 arasındaki 10 yıl ülkenin uzun iç savaşına sahne oldu. Bu uzun on yılda Balkanları kaybetmekle kalmamış, bir de kendimizi büyük bir dünya savaşının içinde bulmuştuk. Yavaşça yıkılmakta olan devletin son kurtarıcıları, İttihatçılar, ellerindeki her şeyi büyük güçlerin insafına bırakarak kaçıp gitmişlerdi. O sahipsizlikte kıyamet kapıya dayanmış, Anadolu’daki halklar geri dönülmez bir boğazlaşmanın tam ortasına yuvarlanmıştı. 

1908’deki o büyük iyimserlik nasıl olmuştu da 10 yıl sonra böyle bir tablonun yaratılmasına neden olmuştu?

1905’deki iyimserlik 1917’deki büyük devrime nasıl yol açmışsa aynı nedenle. Üstelik Rusya’da her şey Osmanlıya göre daha parlak görünüyordu. Çar II. Nikolay üzerinde durduğu toprağın sağlam olduğundan adı gibi emindi. Yeryüzünün altıda birine hükmediyordu. Doğal kaynakları uçsuz bucaksızdı, ülke hızla endüstrileşiyordu. Ama bütün bunların altında köhne rejim ile o rejimin kendine biçtiği dar kıyafeti yırtıp atmak için yanıp tutuşan dinamik bir toplum arasındaki gerilim saklanıyordu. 

Osmanlı ve Rus imparatorlukları birbirlerine tutunarak neredeyse aynı zaman aralığında ve şaşırtıcı bir hızla çöktüler. Bu çöküntünün kalıntıları arasından Ekim Devrimi ve Türkiye Cumhuriyet çıktı.  

Rusya’da monarşiyi deviren Bolşevikler sosyalizmin inşası için uğraşmaktaydı. Türkiye’de Cumhuriyet ilan edilmişti. Rusya, İran, Türkiye farklı üsluplarla hemen hemen aynı tarihlerde aynı yola girmişti. 1917, 1923 ve 1925, Rusya, Türkiye ve İran için yeni bir yolun başlangıcıdır. Bu sekiz yılda üç ülkede birbiri peşi sıra büyük değişimler yaşanmıştır. Demek ki hâlâ yüzyılın başını darmadağın eden aynı devrimci rüzgârın etkisindedirler.

 

KARŞI DEVRİME DOĞRU

Rıza Şah acımasız bir tirandı ama aynı zamanda büyük bir reformistti. Okuma yazma bilmezdi. Ülkesine demokrasi getirmeyi reddetmesinin başlıca nedeni, kendisinden sonra oğlunun şah olmasını istemesiydi. İngiltere ve SSCB'yi birbirine karşı kullanmaya dayanan dış politikası II. Dünya Savaşı nedeniyle çökünce isteği oldu. 1941’de oğlu Muhammed Rıza Şah tahta oturdu, kendisi de sürgüne gönderildi. Muhammed Rıza babası gibi değildi, pısırığın tekiydi. Başbakan Muhammed Musaddık’ın temsil ettiği ve büyük savaşın neden olduğu nev-zuhur demokrasiden nefret ediyordu. Fakat onu ezmek için hiçbir şey yapmadı. Hikmet-i Huda, CIA ve MI6 1953’te İran petrol endüstrisini ulusallaştırmak isteyen Musaddık’ı devirdi. Bu darbe Muhammed Rıza Şah’ın mutlak iktidarı ele almasını sağladı. Bu ikinci Rıza Şah dönemiydi.

Rusya da hareketliydi. Musaddık’ın devrildiği yıl büyük kurucu Stalin öldü. Onun ölümüyle boşalan Komünist Parti Genel Sekreterliği'ne Hruşçov getirildi. Hruşçov üç yıl sonraki Komünist Parti 20. Kongresi'nde Stalin'e ağır eleştiriler yöneltti, Stalin kültünün yıkılması gerektiğini ifade etti. Stalin heykelleri kaldırılacaktı. Nihayet naaşı Lenin Mozolesinden çıkarıldığında yıl 1961’di. ÜÇ yıl sonra Hruşçov azledildi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliği'ne Leonid Brejnev getirildi. Anti-Stalinist dönem” kapanmıştı.

Türkiye’de kurucu parti iktidarı kaptırdığı için işler biraz farklı gelişiyordu. Çok partili rejimin ilk meyvesi olan Demokrat Parti ve lideri Adnan Menderes’in “tek adam” rejimi kurma çabası kırılmak üzereydi. Sokaklar huzursuzdu. İran’daki 1953 darbesi, Türkiye’de de yaklaşmakta olanın habercisiydi. 1960'da darbe oldu, Menderes asıldı. Tıkanmış olan batılılaşma ve laikliğin önü yeniden açıldı. Her üç ülke de yeni bir yola girmişti.

 

DEVRİMLER ÇAĞININ KAPANIŞI

38 yıl hüküm süren Muhammed Rıza Pehlevi’nin İran’ı pek huzurlu sayılmazdı. Sokaklar hareketliydi. En büyük petrol üreticilerinden biri olan İran’daki çalkantılar, yakıt fiyatlarında artışa yol açmış, böylece dünya yeni bir petrol krizine sürüklenmişti. Ülke içerisinde devam eden eylemler ve grevler sebebiyle petrol üretimi neredeyse durmuştu. Sokak eylemlerinin etkili ismi Ayetullah Humeyni 1964’te Şah tarafından sürgüne gönderdi. Fakat bu sürgün onun bir kahraman olarak algılanmasına engel olamadı. Muhammed Rıza, aleyhindeki gösterilen bir iç savaşa dönüşmesi üzerine 16 Ocak 1979’da geride bir Naiblik Konseyi ve Şahpur Bahtiyar Başbakanlığında bir hükümet bırakarak ülkesini ve tahtını terk edip kaçtı. Humeyni’nin deyişiyle Şah’ın ülkeden ayrılışı İran’da 50 yıllık Pehlevi Hanedanı’nın sona erdirilmesi yolunda ilk adımdı. Ayetullah Humeyni bir ay sonra Tahran’a muzaffer bir şekilde döndü. İki hafta sonra ülke Humeyni’nin kontrolüne geçti.

Hâlbuki Pehlevi hanedanı dünyanın daimi ve değiştirilemez olarak gördüğü bir iktidarın sahibiydi. 1979’da işte bu kadar kolay bir biçimde çöktü. Dünya böylesine bir şaşkınlığı on yıl sonra Sovyetler Birliği’nin çöküşünde de yaşayacaktı.

1979’da İran’a “şeriat” gelmişti. Bir yıl sonra Türkiye’de askeri darbe oldu. Darbenin başı Kenan Evren bir imamın oğlu olmakla övünüyor, Kuran’dan alıntılar yaparak konuşuyordu. Din onun zamanında ilk kez anayasal bir kurum haline geldi. Türkiye kendi “şeriatını” kendi usulünce uygulayacaktı. İran üzerinden gelen dinci dalga Türkiye’yi böyle vurmuştu. Sovyetler Birliği’ndeki sessizlik sadece yaklaşmakta olan büyük fırtınanın habercisi olabilirdi. 

 

AYNI RÜZGÂRIN ÖNÜNDE

Sovyetlerin ve Türkiye Cumhuriyet’inin çıkışında bir ortaklık var. Sembiyotik iki devrimden söz ediyoruz. Rusya’da sosyalizm tutunamamışsa, Türkiye’de de cumhuriyetin tutunması imkânsızdır. Cumhuriyetsiz bir Türkiye ise geçen yüzyılın başına itilmiş olur. Buradayız.

Rusya’da sosyalizm çözüldü fakat içinden mafyoz bir düzen çıktı. Türkiye’de “Sosyalizme karşı duvar olsun diye” yolu açılan İslamizm bir Osmanlı karikatürü yaratarak misyonunu tamamlamak üzere. İran’da “İslamcı Cumhuriyet” şerri bir kalıba sokmaya çalıştığı halkın duvarına çarpıp parçalanıyor. Çökse kimse şaşırmaz. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşunun 101. Yılında Asya’da ve Avrupa’da, 1990’lı yıllarda başlayan ikinci “la belle epoque” de kapanmak üzere.

Uzun kapitalizmin son günlerine doğru ilerliyoruz. Yeniden, her şeyin şaşırtıcı bir hızla çökeceği tuhaf ve devrimci bir dönemin eşiğindeyiz. Daha güçlü bir sosyalizm için tarih işini görmek üzere…

bottom of page