top of page

Berlin ve Ankara'daki kriz sendromları

Yurdakul Er

Ekonomi “tıkırında”, tamam, o zaman Federal Almanya’nın yaşadıklarına tokluk sıtması teşhisi konulabilir. Ama tehlikeli boyutlar almaya başlayan bir sıtma bu. “Aşırı yemekten ve aşırı doygunluktan sonra tüylerin diken diken olması, huzursuzlaşma” türünden tanımlar, toplumsal arenada aynen geçerli olmaz. Çok daha derine işleyebilir. 

İşlerin yolunda yürümediğini gösteren bir “durum” aslında. 

Siyaset tökezliyor. Avrupa'nın hegemonu, AB'nin kaymağını yer, üst üste cari fazla rekorları kırar ve hatta dış ticaret fazlasında dünya şampiyonluğunu kimseye bırakmazken, siyaset sınıfı bir yönetememe krizinden diğerine itiliyor. Başbakan Angela Merkel'e partisi içinden kafa tutanlar, isyancılar, adım adım yeni mevziler ele geçiriyor. Ülkenin kaderini elinde tutmuş büyük partiler göz göre göre eriyor. Merkel hükümetinin daha ne kadar görevde kalacağına dair kimse bir kesin belirleme yapamıyor: Artık her şey mümkün.  

Ekonomiden bakıldığında tuhaf bir manzara var: Yönetenler, tekeller ve devletleri, kazançlarını, avroları, dolarları vs. kasalara nasıl sığdıracaklarını kara kara düşünüyorlar. Dertleri bu. Emekçi halkı yeterince yemlemeyi neoliberal takıntıları nedeniyle çok fazla ihmal ettikleri ortaya çıktı. Her beş kişiden biri Avrupa'nın en zerngin ve hegemon ülkesinde ya yoksul ya da yoksulluk tehdidi altında. Bu arada özellikle dünyanın yoksulları, “taşı toprağı altın” bu zengin mutfağına kapağı atmak için ölümü göze alıyor. Yerli yoksullarla karanlık coğrafyalardan kopup buralara gelen dünyanın en yoksulları arasında daha önce bilinmeyen yeni çatışmalar ortaya çıkıyor. Biraz biçim değiştirerek de olsa, resmen faşizm hortluyor. 

ZENGİN ÇARESİZLİĞİ

Zenginler yönetemez mi oluyor? Merkezdeki en zenginler bile “tam da ekonomide bir başarıdan diğerine atlanırken” yönetemez bir hal mi alıyorlar? Tekellerin acımasız refahı, siyaseti kilitliyor mu? 

Şaşırtıcı, ama böyle bir sahneyle yüz yüzeyiz. Siyasetin alışılmış kalıpları, ekonomik temelin gelişkinliğine rağmen, art arda kırılıyor. Geleneksel kitle partileri, sosyal demokratlar ve şimdi de Hıristiyan demokratlar, Avrupa emperyalizminin merkezlerinde teker teker eriyor, sahneden çekiliyor. Ortada ciddiye alınacak bir sol yok. Faşizan sağın yeniden partileşerek yükselişi bitmek bilmiyor. İyice piyasa malı olmuş “yeşil gericilik” neredeyse kitle partisi formuna bürünüyor. Buradan bir yönetememe krizi patlak veriyor. 

Ekonomik refahın hiç öyle bir yönetme ferahlığına, siyasi bir zenginliğe yol açmadığını görüyoruz. Tersine: Yönetim güçlüğü, zenginlik ve kesintisiz artan sermaye  birikimine rağmen değil, belki de o yüzden gündemden düşmüyor. 

Gelinen nokta, şu: Avrupa siyasetinde ekonomik gücü üzerinden hegemonyal bir role sahip Başbakan Angela Merkel, 2018 güz ayları itibariyle, her an görevi bırakabilir veya istifa etmek zorunda kalabilir. SPD'nin adeta silinmesiyle sonuçlanan Bavyera ve ardından da sosyal demokrat çöküşü biraz ertelemeye yarayan Hessen seçimleri (???), Almanya'nın yeni bir seçim “sath-ı mailine” girdiğini, özellikle büyüyen faşizan sağın bu eğik düzlemden nasiplenmeye çalışacağını gösteriyor. Gerçekten de, ekonomik temel veya altyapı, siyasi üstyapıya aynen yansımıyor; ekonomi ile siyaset tam olarak örtüşmüyor. Eskilerin “Ne ka köfte, o ka ekmek!” dedikleri bir tablo, gelişmiş veya görece daha az gelişmiş kapitalizmlerde pek doğru değil. Doğrudan bir tercümenin zaten hiç mümkün olmadığı ve marksizme böyle bir kolaycılığın yerleşmediği elbette ileri sürülebilir. Gerçi düşmanlarınca hep tam tersi ileri sürülür ama, reel sosyalizm tarihinde de böyle bir otomatizm iktidar olmuş değildir. Siyaset hep biraz daha fazla belirleyici olmuştu sosyalist ülkelerde. Yıkım veya çöküş de ekonomik temelden değil, siyasi yetersizlikten geldi. 

Çünkü nasıl siyaset iktisadi mekanizmaların karmaşık etkileşimlerini içeriyorsa, mevcut kapitalist ekonomi de siyasal süreçlerin -“toplumsal karar süreçlerinin” de diyebiliriz-, kitlelerdeki bilinç akışlarının, toplumsal kurumlardaki ideolojik birikimlerin, kültür endüstrisi kaynaklı manipülasyonların  vs. karmaşık etkileşimlerini içeriyor. Buradaki yoğun sürtüşmelerde kısa devreler, krizler eksik olmuyor. AB ve efendisi, bir krizler denizindeki fırtınalarla boğuşuyor. AB'nin ne zaman çözüleceği “illiberal demokrasiler” sayısındaki artışa paralel giden bir beklenti artık. Macaristan, Polonya, Avusturya hükümetleri birer başlangıç sadece... 

AB'nin az sayıdaki zengininden, hatta en zengininden, siyasal kriz çatırdıları geliyor. Üstelik bu, ekonomik refahın sözde “patlama yaptığı”, doğrusu tekellerin kasalarında parayı koyacak yer bulamadıkları bir “büyüme”, hem de çılgınca büyüme döneminde başlarına geliyor. 

Zenginledikçe/zenginleştikçe yönetemez mi oluyorlar? Bu sorunun, Marx'ın öngörüleriyle veya marksist teorinin bugün ulaştığı yaratıcı düzeyden el aldığı rahatça söylenebilir. 

TÜRKİYE'DEKİ KRİZ TERSİNDEN

Türkiye'deki durum, tersinden bir süreç olarak tanımlanabilir. Türkiye'nin Almanya için özellikle sığınmacılar trajedisi nedeniyle önemli, ama Almanya'nın Türkiye için çok daha önemli olduğu bir kriz ortamında, çöken Türkiye ekonomisi, onunla paralel bir siyasal gerileme veya çöküş henüz üretebilmiş değil. Eylül sonunda apar topar Berlin'i ziyaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı, aradan bir ay geçmeden Saray'da, Alman ekonomisinin devleriyle ziyaret eden Federal Almanya Ekonomi Bakanı Altmeier, bir tuhaflığa dikkat çekmiş oldu aslında. TL'nin çöktüğü, Türk ekonomisinin özellikle şirketler üzerinden 330 milyar avroluk bir dış borcu olduğu, bu dış borcun ödenebilecek gibi görünmediği, yüzde 40'lardaki devalüasyon ve ekim itibariyle de yüzde 25'lerdeki bir enflasyonun içerideki üretimi çok ucuzlatmasına rağmen, iflasların önünün alınamadığı, Alman ekonomi medyasının sürekli eğildiği bir konu başlığıydı. Bu ziyaretin gerekçeleri arasında 35 milyar avroluk bir demiryolu pastasının yattığı da kayıtlara girmiş oldu. 

Türkiye'de işlerin hiç yolunda gitmediği, ağır bir kriz yaşandığı ve ufukta bir iyileşme belirtisi görülmediği, Alman medyasının genel değerlendirmesi olarak yaygınlık kazandı. Avrupa Almanyası için Türkiye bir kriz ülkesidir. 

Gerçekten de, Türkiye'deki ekonomik çıkmaz, her an hücrelerine kadar yayılan bir çakılmayla iflas etmesi beklenen, fakat bir türlü dibe vurmayan, çünkü dibe doğru yolculuğu devam eden bir yıkım ülkesi yaratmış bulunuyor. Buna rağmen, ekonomik ufkun görünmez olduğu bir dönemde, cumhuriyetin tüm kazanımlarının kazındığı ülkenin siyaset sahnesinde herhangi bir kırılma göremiyoruz. Bir istikrar sürüyor. 

İstikrar? 

Türkiye devrimci hareketinin önemli isimlerinden ve çok genç yaşta katledilmiş bir devrimcinin kitleselleşen kavramsallaştırmasıyla, ki onu biraz güncellemek gerekecektir, bir tür “suni denge”den geçiyor İslamcıların Türkiye'si sanki. Siyaset, son derece kırılgan, bir kez bozuldu mu bir daha hiç düzelemeyeceği kesin bir dengenin elinde, istikrar gösterileri yapıyor. 

Daha açık söylenebilir: Haziran İsyanı’nı bir yana bırakırsak, İslamcı Ankara ve militanları, toplumsal bir kırılma yaşanmaksızın, Türkiye’yi kesintisiz yönetebildi. Burada da, ekonominin siyasete aynen yansımadığını görüyoruz. Ekonomideki bütün fay hatları kırılmakta, ancak toplum İslamcı Ankara'yı henüz bu çöküşün siyasi sorumlusu saymamaktadır. 16 yıllık neredeyse kesintisiz bir kitlesel destek sürüyor.

Zengin mutfağındaki temele aykırı gelişen, bu anlamda suni bir dengesizlik, Türkiye'de ise “kırılgan, ama şaşırtıcı uzunlukta bir denge” egemen. Berlin, ülke içindeki gelişmeleri siyaseten denetleyemez haller alıyor. Merkel şaşkın. Fakat siyaset denilen aynı “şey”, nedense Türkiye'deki dengeyi korumayı başarıyor. Ankara’daki İslamcıların, bu başarılarını, İslamcı oyunbazlığına değil, muhalefet adıyla sahneye çıkmış “makûl bir yol arayanlar ordusuna” borçlu olduğu söylenmelidir. İşte burada bir kader ortaklığı var: Zengin Almanya ile yoksul Türkiye'deki denklemlerde, aşkın bir sol-sosyalist müdahalenin eksikliği hissediliyor. Dolayısıyla krizler, emekçi kitleler ve aydınlar açısından sonuçsuz kalıyor. 

“SUNİ DENGESİZLİK” 

Zenginlerdeki “suni dengesizlik” siyasetten kaynaklanıyor, Türkiye'deki “istikrarlı dengesizlik” ise siyasetteki din yapıştırıcılı istikrara dayanıyor. Ama Türk dengesinin/dengesizliğinin altında çürük ve çoktan çökmüş bir ekonomik altyapı var. Dağılmış bir altyapı üzerinde 16 yıllık bir siyasi istikrar, cumhuriyet rejiminin bu arada tüm değerlerini kazıyan despotik bir istikrar, kırılgan konumuna rağmen sürebiliyor. Bunu burjuvazinin başarısından çok, devrimsiz solun başarı hanesine yazmak zorundayız. Sosyalizmi hedefleyen, bunun için bağımsız bir örgütlenme gerçekleştirebilen güçlü aktörlerin eksikliği ortada: Zengin Almanya ile yoksul Türkiye, galiba bu noktada birbirine pek benziyor. 

Sonuçta, bu iki denklemden bir huzur çıkarmak zor. Hatta imkânsız. 

AB'nin yoksulları, özellikle de Romanya, Bulgaristan, Polonya, Macaristan, hatta Portekiz ve İtalya gibi görece yoksullar için, Berlin tüm mutsuzlukların kaynağı. Örneğin Bulgaristan ve Romanya'daki umutsuz/çıkışsız bir yoksullaşmanın pençesindeki kitleler, genç ve asıl önemlisi yetişkin işgücünün, nitelikli uzmanlarının ülkeyi terk edip Londra, Paris Berlin'e açılmasından, sandıktan aşırı sağ çıkararak intikam alıyor. İlliberal demokrasi, AB Almanyası'nın neoliberal nobranlığına bir yanıt. 

Biraz da bu nedenle, çevresi düşmanlarla çevrili Berlin, üzerinde uzandığı avro/dolar dağlarının keyfini süremiyor. Almanya'da, Nazi iktidarını çağıran bir yeni Weimar Cumhuriyeti döneminin açılıp açılmadığı tartışılıyor. Her durumda, yoksullar kadar AB'nin en zenginleri de bir siyasi çıkışsızlık içinde. 

Kısa vadede, zengin mutfağında bir sol çıkış yaşanması mümkün değil. Ama geçen yüzyılın başından beri biliyoruz biz bunu: Aslolan, zayıf halkalardır ve Türkiye, dengesi siyaseten kurulabilmiş, ama her an paramparça olabilecek bir zayıf halkadır.  Işığı zayıf halkaya tutmak, cephe gerisini ihmal etmek anlamına mı gelir? Türkiye çökerse, ki hiç öyle sürpriz falan olmayacaktır, dünya finans sisteminde büyük bir deprem tetikleyebilir. Bu, Türkiye’de enterne edilmiş birkaç milyonluk sığınmacı/göçmen ordusunun Balkanlar üzerinden zengin mutfağına yönelmesinden çok daha korkutucu bir olasılık. 

bottom of page