top of page

İKİ FARKLI SİSTEM, İKİ FARKLI HİKÂYE

İki Almanya’nın 68’i

Oktay Olgun

1968 yılı hem kapitalist hem de sosyalist sistemde farklı geliş- melere ve yankılara neden oldu.

Sosyalist dünyayı silah gücüyle alt edemeyeceğinin belli olmasıyla birlikte, emperyalist merkezler mücadeleyi daha “yumuşak” yöntemlerle tahkim ederken, kendi içlerinde artık üstü örtülemeyecek boyuta gelen toplumsal sorunlarla boğuşuyorlardı. Sosyalist sistemin Avrupa’daki üyeleri ise kuruluşun ilk evresini geride bırakıp, düzenin genel olarak oturmaya başladığı bir döneme giriyorlardı.

1968, emperyalist kampta genel hoşnutsuzluğun artan sokak eylemleriyle dışa vurulduğu bir yıldı. ABD’deki siyahlara yönelik ırkçı yasalar ve uygulamalar siyahları politikleştirirken, Vietnam’da komünistlerin verdiği gerilla savaşı ABD askerleri arasında büyük kayıplara neden oluyordu. ABD’nin Vietnam’da yaptığı katliamlar, ABD dahil dünyanın birçok ülkesinde kitlesel protestolara yol açtı.

BERLİN-BONN: İKİ ALMANYA

Kapitalizmin vitrini olarak kurgulanan Federal Almanya’da (FAC) “Ekonomik Mucize” dönemi 60’lı yılların ilk yarısından itibaren ekonomi ve devlet bütçesinde etkisini hissettiren krizle boğuşuyordu. Ekonomideki çalkantının toplumsal bir huzursuzluğa dönüşme olasılığına karşı, Federal Şansölye Ludwig Erhard “Şekillendirilmiş Toplum” kavramını gündeme getirdi. Buna göre, toplumda farklı çıkarlar değil, sadece toplumsal düzenden beslenen çıkarlar öne çıkmalıydı. Buna uymayan eğilimler güçlü bir devlet otoritesiyle engellenmeliydi. Bunun tercümesi, bütün toplumsal kesimler sermayenin çıkarları için bir araya gelmeli, düzen tahkim edilmeliydi. Üstelik, bütün propaganda yalanlarına rağmen o “mucize” yıllarında bile 3,5 milyon civarındaki Alman ayda 300 DM’den az bir parayla geçinmek zorundaydı.

1966 yılında CDU, sosyal demokrat SPD ile ilk büyük koalisyon hükümetini kurdu. Böylece parlamentoda ciddiye alınabilecek bir muhalefet partisi kalmamış ve fiiliyatta gevşek bir tek parti hükümeti kurulmuş oluyordu.

Sermayenin istediği “Şekillendirilmiş Toplum”un ekonomik ayağını kurmak için yeni hükümet adımlar attı. Bunun uygulanabilmesi için “Devlet-Sermaye-Sendikalar” bir araya gelerek ücret artışı gibi konularda sermayenin kârına zarar vermeyecek bir orta yol bulacaklardı. Böylece kâr sermayeye, sorunlar ise işçi sınıfına kalacaktı. Bunun daha önceki uygulamalardan tek farkı, işçilerin bunu gönüllü olarak kabul etmelerinin istenmesiydi. Sosyal demokrasinin asıl görevlerinden biri de zaten buydu.

Bunun kabul görmeyeceğini bildikleri için, siyasi hakları önemli ölçüde kısıtlayan ve polise geniş yetkiler veren “Olağanüstü Hal Yasaları”nı 1968 yılında yürürlüğe soktular.

ABD’nin Vietnam’daki savaşına, FAC’nin bu savaşa verdiği desteğe ve Olağanüstü Hal Yasaları’na karşı başını gençliğin çektiği direnişte, gerek polisin açtığı ateş, gerekse ’’kimliği belirsiz kişilerin’’ saldırısıyla ilk ölümler yaşanıyordu.

SPD’nin hükümetteki uygulamaları düzen muhalefeti içindeki gençliğin ve işçi sınıfının bir kesiminin radikalleşmesine neden oldu.

Bugün çok sözü edilmese de, o dönem solun başını çektiği muhalefeti sokağa döken başka bir gerçek daha vardı. Bütün demokrasi söylemine karşı Federal Almanya’da devletin kilit noktalarında eski Nazilerin ve işbirlikçilerinin ağırlığı sürüyordu.

Federal Cumhurbaşkanı Heinrich Lübke, mimar olarak Nazi sistemine kısa sürede uyum sağlamış, bazı İmha Kampları’nın projelerini çizmiş ve buralarda köle işçileri çalıştırmıştı. SPD’li Willy Brandt’ın dışişleri bakanı olduğu koalisyon hükümetinin başı Şansölye Kurt Georg Kiesinger ise 1933’de NSDAP’ye üye olmuş bir Nazi’ydi. Sağdan sola ortak noktaları, sermaye yanlısı ve sıkı antikomünist olmalarıydı.

Kamudaki diğer görevlilerin geçmişiyle kıyaslanınca aslında şaşılacak bir durum yoktu.

Yüksek mahkemelerden başlayarak hâkimlerin ve her düzeydeki parlamento üyelerinin ciddi bir kesimi NSDAP üyesiydiler. Faşist parti NPD demokrasi gereği “faaliyet”ini engelsiz sürdürürken, komünist parti üzerindeki 12 yıllık yasak, uzun mücadeleler sonunda kısmen ve şartlı olarak ancak 1968’de kaldırtılabildi.

BİR BAŞKA 1968

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde (ADC) 1968’e gelindiğinde sosyalizm istikrar kazanmıştı. Sanayinin planlı gelişimiyle kuruluş döneminin ekonomide görülen sorunları büyük ölçüde çözüldü ve halkın sisteme güveni kazanıldı. Bu şartlarda halkın katılımıyla sosyalist döneme uygun yeni bir anayasa yapılması gündeme geldi. Anayasanın kabulü halkoylamasıyla olacaktı. Bu girişim aynı zamanda burjuvazinin iktidarda olduğu Federal Almanya’ya da bir meydan okumaydı.

Federal Alman anayasası 1949 yılında bir grup yüksek bürokratın iki hafta süreyle bir adaya kapanıp hazırladıkları taslağın, 65 kişilik Eyaletler Meclisi tarafından 53 evet oyuyla kabul edilmesiyle yürürlüğe girdi. Halkın ne hazırlıkta ne de oylamada doğrudan bir katılımı oldu. İçerik de elbette buna uygun oldu!

1949 yılında, doğuda demokratik bir Almanya için hazırlanan anayasa, halkın aktif katılımıyla hazırlanırken, faşizmden çıkış dönemine uygun anti-faşist, demokratik bir içerikteydi.

Yeni anayasa ise sosyalist dönemi yansıtacaktı. Hazırlanış yönteminden, içeriğine ve kabul edilişine kadar katılımcı, açık ve emekçiler yararına... Öyle de oldu.

Anayasa taslağı her eve gönderildi. 11 milyon ADC yurttaşı, taslakla ilgili düzenlenen 750 bin civarındaki toplantıya katılarak taslağı tartıştı. Toplantılarda yapılan eleştiri ve öneriler bir araya getirilerek hazırlanan 12 bin 454 değişiklik önerisi yeni anayasanın harcını oluşturdu. Anayasa taslağı son olarak halkoyuna sunuldu. Oylamaya oy verme yeterliliğine sahip olanların yüzde 98’i katıldı. 12 milyon 208 bin 986 yurttaşın 11 milyon 536 bin 803’ü taslağa onay vererek sosyalizm anayasasını kabul etti. Böylece oylamaya katılanların yüzde 94,49’u “evet” oyu vermiş oluyordu.

Bu sonuç, aynı zamanda sosyalizme verilmiş çok açık kitlesel bir onaydı.

Yeni anayasayla üretim araçları üzerindeki kamu mülkiyeti temel bir karakter kazanırken, kişisel mülkiyet de koruma altına alınıyordu. Ama en önemlisi, en temel “sosyal insan hakları” da anayasal nitelik kazanıyordu. Bunların başında da çalışma hakkı geliyordu. Anayasayı tamamlayan diğer yasalarla eğitim, sağlık gibi temel insani gereksinimler bütün yurttaşlara ücretsiz olarak veriliyordu. Barınma, gıda ve ulaşım çok düşük fiyatlarla halka sunulurken, kültürel etkinlikler de fabrikalara kadar yaygınlaşıyordu.

Sosyalist Almanya’yı genel Alman tarihinde biricik yapan başka önemli bir nokta daha var: 40 yıl boyunca ADC topraklarından ne adla olursa olsun başka bir ülkeye savaş açılmadı ve batıdaki Alman sermayesinin de böylece elleri bağlanmış oldu.

Çoğu insan günümüzde, bütün bu kazanımların değerini kabul ederken, kimileri düşünce özgürlüğü üzerinde baskı olduğunu dile getirir. Doğrudur, “Almanya’nın yaşayabilmesi için ‘Yaşam Alanları’na ihtiyacı var’’, “Her halk, her insan eşit değildir, kimi yönetir...’’ gibi düşünceler sosyalizmde hoş görülmedi. Faşizm, savaş çığlıkları, ırkçılık yasaktı. İnsanın insanı sömürme özgürlüğü yoktu.

ADC anayasasının 27’nci mad- desi bütün yurttaşlara düşüncesini özgür ve açıkça ifade etme özgürlüğü veriyordu. Tabii, yukarda sayılan anayasanın temel ilkeler çerçevesinde.

Unutulmasın ki, Nazi yürüyüşlerine “demokratik haklar” nedeniyle izin verilen ve polis desteğinde yapılması sağlanan Federal Almanya’da, anayasaya göre Nazi partisi kurmak ve bunların sembollerini taşımak yasaktır. Bugün, göçmenlerin sokaklarda kovalandığı, öldürüldüğü birleşik Almanya’da sosyalizmin insancıl yasakları milyonlarca insanın ancak hayal edebileceği insani bir haktır!

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin, Alman ve uluslararası işçi sınıfı için önemi de bundan kaynaklanır.

bottom of page